TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KARABAĞ MESELESİ VE HOCALI SOYKIRIMI

TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KARABAĞ MESELESİ VE HOCALI SOYKIRIMI
Röportaj: Nermin Fatma Gülcük – Duygu Doğuş
Türk toprağı olan Karabağ’ın, Ermeniler tarafından işgal edilmesini kısaca anlatabilir misiniz?
Dr. Sinan Demirtürk: Karabağ, tarihi bir Türk yurdu olarak Kafkasya içerisinde ortaya çıkmış olan, tecessüm etmiş olan bir coğrafya. Aslında bugünkü uluslararası ilişkiler literatüründe Dağlık Karabağ olarak tarif etmiş olduğumuz bu coğrafya tarihi Azerbaycan Türk yurdunun bir parçası. Tarihte Revan Hanlığı olarak tarif etmiş olduğumuz Gence ve Şeki Hanlıklarının da bulunmuş olduğu 16 ve 17. Yüzyıllardaki Azerbaycan Hanlıkları devrinin büyük ölçüde Türkler ve Müslümanlarla yoğun nüfusun bulunduğu, yoğun nüfusun meskûn olmuş olduğu bir coğrafya olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan Kafkasya’da Türklerin yaşayışları ve Türklerin varlığıyla ilgili birtakım tarih tezleri ve tarih teorileri var. Bunların ilki aslında burada yaşayan Türklerin, Oğuz ve Türkmen koluna mensup olmak kaydıyla Anadolu’daki ve Mezopotamya’daki Türk göçleri esnasında Kafkasya’da tutunmuş olan, Kafkasya’da kalmış olan, 10. ve 11. Yüzyıllarda tarihteki varlığına şahit olduğumuz Oğuz Yabgu Devleti’nin Kafkasya’daki, bugünkü Azerbaycan yurdundaki, ana unsuru olan etnik topluluğun adıdır
Türkler. Aslında bu çerçeve içerisinde bugünkü Karabağ coğrafyası ya da Karabağ dediğimiz kesit büyük ölçüde tarihi Azerbaycan yurdu olarak tarif edebileceğimiz, bütün Kafkasya’daki, Kuzey Kafkasya’daki Türk yerleşiminin ana noktalarından birini oluşturuyor. Yani Türk yerleşiminin aslında merkezi yerleşim alanından bir tanesini oluşturuyor. Tabi 20. Yüzyılın başından itibaren bir “Doğu Sorunu” zuhur etmiştir ya da “Şark Meselesi” meydana gelmiştir. Bu şark meselesinin Avrupa’daki büyük devletlerle ilgili bir boyutu olduğu gibi doğu sorunun aslında Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu ilişkilerinde önemli bir boyutu olduğunu bilmekteyiz. Bu doğu sorunu kapsamında da Rusya’yla, Rus Çarlığıyla, Osmanlı İmparatorluğu arasında uzun süren bir mücadele bulunmaktaydı. Bildiğiniz gibi Rusya’nın Baltık’ta, Karadeniz’de, Kafkasya’da, Kırım coğrafyasında ve Türkistan’da, Türk illerinde, bir yayılma politikası bulunmaktaydı ki bunun ana noktası ana sebebi birinci itibariyle Hint Okyanusunun, Hint alt kıtasını kontrol edebilecek olan bir keskin Kafkasya ve Türkistan hâkimiyetini öngörmekteydi.
Diğer nokta yine Slavların birliğini temin ve tesis noktasında Balkanlar’da Rusya’nın bir siyasi nüfus, bir jeopolitik üstünlük elde etme iradesi ve balkanları kontrol altına alma isteğidir. Karadeniz ile İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını, Türk boğazlarını kontrol altına almak, bir Akdeniz gücü olmak ve yine tarihçilerin tarihi metinlerin içerisinde sıcak denizler diye tarif edilen, bu biraz tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte, Ege’de ve Akdeniz’de Kızıldeniz üzerinde kısmi bir hegemonya sağlamak, bir deniz üstünlüğü temin etmek, bir kara jeopolitik güç üstünlüğü temin etmek idealidir. Bu çerçeve içerisinde Türk Rus münasebetlerinin 19. Yüzyıl içerisindeki hedef noktalarından birisini bugünkü Kuzey Kafkasya meydana getirmiştir. Çünkü burada bulunan Türk toplulukları ile burada bulunan Türk Hanlıkları ile Çarlık Rusya’nın askeri mücadelesi, siyasi nüfus mücadelesi büyük ölçüde Osmanlı Devleti’ni de yakından ilgilendirmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti bu toprakların tamamını kendisi kontrol altında bulundurmuyor olsa bile burada Türk ve İslam soylu kardeş hanlıklar, kardeş topluluklar bulunmaktaydı.
Aslında burası Osmanlı İmparatorluğu için bir nüfuz alanıydı. Osmanlı İmparatorluğu için etki alanı olarak tarif edebileceğimiz bir coğrafi yakınlığı temsil ediyordu. Bu bakımdan Rusya aslında Kafkasya’daki ilerleyişini hızlandırmıştır. Özellikle 16. Yüzyılın başında Kazan Hanlığının, Kazan şehrinin işgal edilmesi, daha sonra Astrahan Hanlığının ve Astrahan şehrinin Ruslar tarafından kontrol edilmeye başlaması, Rusya’nın adım adım Kırım’a ve Karadeniz’e doğru esnemesini, yayılmasını ardından da Kafkasya hâkimiyetini adım adım planlı olarak gerçekleştirmesini temin edecektir ki Kuzey Kafkasya açısında bugünkü Karabağ toprakları 19. Yüzyılın son çeyreğinde Ruslar tarafından büyük ölçüde kontrol edilmeye başlanmıştır. Burada önemli bir tarih olarak ve önemli bir anlaşma olarak 1828 tarihli Türkmençay Antlaşmasını görmekteyiz. Bu Rusya’nın Kafkasya’daki ilerleyişini Rusya’nın Kafkasya’yla birlikte Azerbaycan yurdunu ve İran’ı kontrol etmesiyle ilgili önemli antlaşmalardan ve önemli ittifaklardan bir tanesidir ki 1828’den itibaren artık Rusya’nın burada çok etkili bir şekilde askeri gücünü meydana getirdiğini ve siyasi etkisini görürüz.
Azerbaycan hanlıklarına yönelik olarak Rus ilerleyişi Karabağ topraklarında da Rus işgalini kolaylaştıracak ve 19. Yüzyılın sonunda artık Rusya büyük ölçüde Kuzey Kafkasya’nın hâkim gücü olacaktır. Buradaki hâkim siyaset unsuru ve burayı tamamen kontrol etmiş olan bir askeri varlık meydana getirecektir ve adım adım 19. Yüzyılın son anından itibaren Karabağ bölgesinde, Dağlık Karabağ bölgesinde Türk nüfusun oranının azalmaya başladığını görüyoruz. Çünkü Rus işgaliyle birlikte bölgede Ermeni nüfusunun sayısı Ruslar tarafından arttırılmaya başlanmıştı. Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor Rusya’nın Kafkasya politikası açısından, Rusya’nın Ön-Asya’daki siyaseti bakımından Ermeniler her zaman etkili bir unsur olmuştur. Ruslar tarafından, Rus politikası içerisinde aslında kullanıldıklarını bildiğimiz bir topluluk, bir etnik unsur halinde bulunmuşlardır.
Aslında Rusya, Karabağ bölgesinin işgaliyle birlikte bölgede bir Ermenistan inşasını, Ermeni nüfusunu burada sayı olarak arttırmayı planlamak suretiyle aslında Karabağ toprağını ve Azerbaycan yurdunu Türksüzleştirmek ve Azerbaycan yurdunu İslam ahalisinden, Müslüman topluluklardan arındırmak politikasını 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren hayata geçirmiş, hızlıca tatbik etmeye başlamıştır. Daha sonra üzerinde duracağımız 20. Yüzyılın bu son noktasındaki, 1992’de cereyan etmiş olan Hocalı Soykırımı aslında 20. Yüzyılın sonundan biraz önce işaret ettiğimiz üzerinde durmuş olduğumuz Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki varlığının ikinci adımıdır. Yani burada Karabağ meselesinin ya da Karabağ meselesinin bir katliamla, bir soykırımla neticelenmiş olduğu soykırımın Hocalı halkasının aslında bu 1828’de Türkmençay Antlaşması’ndan sonra Rusya’nın Kafkasya’daki varlığını şekillendirdiği ve geliştirmiş olduğu bir sürecin sonucu olarak görebiliriz.
Kafkasya’daki Türklere yönelik olarak üç önemli aşama görülebilir. Bunlardan bir tanesi, 1828’deki Türkmençay Antlaşması ile başlayan süreçten itibaren Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar devam eden dönemdeki, bölgedeki Rus ve Ermeni işgalinin Türkler ve Müslümanlar üzerinden uygulamış olduğu sistematik katliamlar ve soykırım politikasıdır. Burada üç dönem bilinmektedir. Çarlık Rusya dönemindeki zikretmiş olduğumuz 1828 ve 1918 yılları arasında Kafkasya’nın tüm bölgelerinde Rus çarlık kuvvetleri ve Ermeniler tarafından Azerbaycan Türkleri ve bölgedeki Kafkasya halkları, Müslüman topluluklar büyük bir soykırıma maruz bırakılmışlardır. İkinci aşama 1948 yılı sonrasında yani İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yine burada SSCB’ye bağlı bir Ermeni devletinin inşasıyla birlikte 1945 ve 1948 yılları arasında yine Rusya eliyle, Rusya marifetiyle Ermenistan kuvvetlerinin burada yine Azerbaycan Türklerine, Müslümanlara yönelik olan ikinci bir soykırım dalgasını görmekteyiz. 1940’lı yılların ortasında da Kafkasya’nın Türksüzleştirilmesi hedeflenecektir.
Karabağ’ın işgali sadece bir işgal olmamış kıyımlara ve soykırıma sebep olmuştur. Karabağ işgalinin bu denli kanlı ve vahşice olmasının sebebi nedir?
Dr. Sinan Demirtürk: Evet, burada Rusya’nın bölge hâkimiyetinin etkisi var. Ve Rusya bölgeye hâkim olurken kendisi dışındaki topluluklar ya da kendi imparatorluk hedeflerine biat etmeyen, bağlı olmayan topluluklara karşı şiddet uygulamayı esas kabul etmiştir. Bir imparatorluk stratejisi olarak, bir siyasi yayılma politikası olarak… Burada kendi dışındaki topluluklara karşı sert tedbirler uygulamak, onları göçe zorlamak, onların topraklarını, evlerini ellerinden almak ya da onlara karşı sert askeri güç unsularını kullanmak suretiyle bu Türk ve Müslüman ahalinin ya da Rus olmayan diğer toplulukların coğrafyalarından söküp atılması ve onların korkutularak başka alanlara doğru zorunlu olarak göç ettirilmesi politikası Rusya’nın çarlık dönemindeki imparatorluk siyasetlerinden birini oluşturmaktadır.
Bu imparatorluk siyasetinin 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden sonra da özellikle Stalin iktidarı ile başlayan 1924 ve 1950’li yıllara kadar devam eden dönemde de bir emperyal gelenek olarak sürdüğünü, Rusların kendileri dışındaki toplulukların büyük çoğunluğunu ya yer değiştirerek ya da sistematik katliamlarla ürküterek önemli ölçüde Kafkasya’da, Kırım coğrafyasında Balkanlar’da, etki alanlarındaki Türkistan’da da nüfus unsurunu büyük ölçüde parçalamayı başarmışlardır.
İşgal ettikleri coğrafyaların Ruslaştırılması, burada Rus nüfusun arttırılması ya da kendilerine müzahir olan Ermeni toplulukları gibi unsurların bazı alanlara yerleştirilmesi politikasını sistematik olarak yürütmüştür. O bakımdan Çarlık Rusya’nın kendisine hedef olarak görmüş olduğu topluluklara karşı çok sert tedbirler uygulayan bir devlet olduğunu, bu geleneğin Çarlık Rusya’sından SSCB’ye de intikal ettiğini görmekteyiz. 1943 ve 1945 yılları büyük ölçüde Stalin’li Rusya’nın aslında Türk topluluklarına ve İslam topluluklarına karşı Kafkasya ve Kırım’da çok köklü bir göç politikasını yürürlüğe koymuş olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Kırım Türkleri başta olmak üzere Tatar toplulukları, Nogaylar, Kumuklar, Karaçaylar Balkarlar, Volga Almanları, Ukraynalılar gibi aslında etnik olarak Rus olmayan ve Rusya’nın karşısında bulunan etnik toplulukların büyük ölçüde bu yıllar içerisinde yerlerinin değiştirildiğini, SSCB’nin siyasi sınırları içerisinde çok uzak coğrafyalara sürgüne gönderildiklerini görmekteyiz. Bu durum yüzyılın hatta tarihin görmüş olduğu en önemli, zorlu ve zorunlu göç hareketleri olarak karşımıza çıkar.
Hem çarlık hem de Sovyet geleneğinin aslında silahlı ermeni terör örgütlerinin de takip ettiğini, bundan etkilendiğini görmekteyiz. Bildiğiniz gibi modern Ermeni milliyetçiliğinin meydana çıkardığı iki önemli siyasi unsur, iki önemli terör grubu vardır. Bunlardan bir tanesi Hınçak Partisi diğeri de Taşnak Sütyun Partisi’dir ve bunlara bağlı pek çok komite, pek çok silahlı terör örgütü 1900’lü yılların başından itibaren Anadolu’da, Kafkasya’da, İran’da ve Türkistan’da, Rus İmparatorluğunun kontrolü altındaki coğrafyalarda Türklere ve Müslümanlara karşı sistematik bir katliam uygulamışlardır. Burada Ermeni terör örgütlerinin, korkutma, yıldırma ve insanları topraklarından zorla göç ettirme siyasetlerini uyguladıklarını görüyoruz. Bu terör politikası, yıldırma ve korkutma politikası olarak da isimlendirilebilmektedir ki 26 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ toprakları içerisindeki Hocalı Kasabasında ve Dağlık Karabağ’da yaşanmış olan olayların temelinde de bu Ermeni vahşetini, bu Ermeni vandallığını ve Ermenilerin hedeflerine ulaşmak için terörü bir temel politika olarak kullanmalarının yattığını görmekteyiz.
Burada bir daha tekrar edecek olursak Ermeniler ne istiyor? Ermeniler toprak talep ediyor. Nerede? Kafkasya’da, Karabağ’da Anadolu’da toprak talep ediyorlar. Yani Türklerin yaşamış olduğu coğrafyalarda kendilerine müstakil bir Büyük Ermenistan inşasını arzu ediyorlar. İşte bu tanınma talepleri için, dünden bugüne, tarih boyunca terör faaliyetlerini yürürlükte tutuyorlar. İşte o yüzden Hocalı ‘da yaşanmış olan büyük soykırımın şiddeti, Hocalı ‘da yaşanmış olan büyük soykırımın kadınları, çocukları, yaşlıları, bebekleri yani silahsız unsurları hedef alan tarafı büyük ölçüde Ermenistan ve Ermeni terör örgütlerinin Müslümanları korkutma ve yıldırma politikasının bir ürünüdür.
Hocalı vahşetini soykırım olarak adlandırmamızın sebepleri nelerdir? Soykırımın tam olarak tanımı nedir?
Dr. Sinan Demirtürk: Soykırım, bir etnik topluluğa karşı, bir dil, bir din unsuruna karşı veyahut da bir mezhebi ya da dini kabul etmiş olan topluluğa karşı sadece bir dile bir dine bir mezhebe mensup olduğu için sistematik olarak zorla kültürel ve siyasi olarak baskı uygulanması ya da insan haklarının ihlali yoluyla bir soykırımın tatbiki anlamına geliyor. Soykırım kavramından anlayacağımız şey, siz Türk olduğunuz için ya da siz Fransız olduğunuz için etnik tabiiyetinizden dolayı sistematik olarak öldürülüyorsanız, sistematik olarak bir kültürel baskıya ya da zorunlu göç politikasına maruz bırakılıyorsanız burada bir soykırım var demektir. Soya dayalı bir yok etme politikasının varlığını görmekteyiz. Tabi 1948’den önce uluslararası suçları insanlığa karşı işlenmiş olan faaliyetleri ifade eden soykırım sözleşmesinden önce dünyada böyle bir kavramın olmadığını milletlerarası hukuk bakımından, soykırım tarifinin bu 1948 yılındaki sözleşmelerle başlamış olduğunu kabul edecek olursak, 1948’deki insanlığa karşı işlenmiş olan suçlar ve soykırım sözleşmesinde ne tarif edilmiştir?
Bir topluluğun, bir mütecanis coğrafyada, yani sınırları belirli olan, yaşamasından dolayı bir dine, bir mezhebe mensup olmasından dolayı sistematik olarak işkenceye tabii tutulması sistematik olarak katledilmesi, öldürülmesi ya da topraklarından zorunlu olarak göçe tabi tutulması, kültürlerini dillerini inançlarını yaşamalarına mani olabilecek faaliyetlerin icraya konulmuş olmasına büyük ölçüde soykırım denilmektedir. Bildiğiniz gibi 1992’de cereyan etmiş olan Dağlık Karabağ Bölgesindeki hadiseler ermeni milislerinin Ermenistan kuvvetlerinin ve SSCB’ye bağlı Rus askerlerinin bu soykırım tarifini 1948’deki Cenevre Sözleşmesine uygun olarak tatbik ettiğini bize göstermektedir. Azerbaycan Türklerine yönelik Hocalı kasabası civarında, ayrıca Dağlık Karabağ bölgesinin farklı bölgelerinde ve reyonlarında çok kanlı ve kabul edilemeyecek olan bir soykırım faaliyeti yürütülmüştür. Burada insan hakları sözleşmesi, milletlerarası hukuk ve Birleşmiş Milletler ‘in kabul ettiği bir takım insani kriterler ve endekslere göre 26 Şubat 1992’de cereyan etmiş olan Hocalı’daki vakanın tam olarak bir soykırım olduğunu, soykırım tarifinin içerisine girdiğini yani 1948’deki bu sözleşmelerle başlayan miladın içerisine rahatlıkla oturtulabileceğini ifade edebiliriz.
Hocalı Soykırımı ile alakalı Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak elbette ki Azerbaycan’ın yanında yer alıyoruz ancak bu konuyla alakalı yapılanlar ulusal ve uluslararası alanda ne düzeyde?
Dr. Sinan Demirtürk: Uluslararası ve ulusal arenada Karabağ Sorununun çözümünü hedefleyen Minsk Grubu adı verilen bir organizasyon 1990’lı yılların ortasından itibaren Azerbaycan ve Ermenistan arasında Rusya'nın da dâhil olduğu, zaman zaman Avrupa Birliği'nin de başat güçlerinin de içerisinde yer almış olduğu bir barış güçlerini yöneten Minsk Grubu vardır. Bu grubun Dağlık Karabağ Sorununun çözümünde Azerbaycan ve Ermenistan tarafından da sık sık bir araya getirildiğini görmekteyiz. Bu çerçevede Hocalı Katliamının ya da Dağlık Karabağ Sorununun birbirinden ayrılamayacağını göz önünde bulundurduğumuz zaman Minsk Grubu'nun çalışmalarının 1994’lü yıllardan itibaren büyük ölçüde başarıya ulaşamadığını ya da kalıcı barışı sağlamadığını görmekteyiz. Bildiğiniz gibi hem Uluslararası Adalet Divanı hem Birleşmiş Milletler ‘in İnsan Hakları ile ilgili pek çok komitesi ve unsuru, BM Güvenlik Konseyi bugün Dağlık Karabağ Bölgesi’nde Ermenistan’a karşı yürütmüş olduğu işgali meşru görmemektedir. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne Ermenistan'ın saldırdığını kabul etmektedir. Bu çerçevede bu sorun uluslararası alanda meşru kabul edilmemektedir.
Azerbaycan Devleti'nin 1991’deki bağımsızlık sürecinin hemen ardından bu konuyu birçok yoldan gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Ama bunlar istendiği ölçüde değildir. Özellikle uluslararası mahkemelerde, Uluslararası Adalet Divanı'nda ve uluslararası hukuku harekete geçirecek platformlarda gereken hukuki davaların açılmadığını, soykırım meselesini takip edebilecek olan platformların harekete geçirilemediğini görmekteyiz. Soykırıma maruz kalmış olan ve toprakları işgal edilmiş olan ülke olarak Azerbaycan'ın başvurmuş olması söz konusudur.
Yoksa ne Türkiye bu davada taraftır ne de üçüncü bir devletin dava açması söz konusudur. Ama Azerbaycan makamları tarafından çok etkili sonuçlar alınabilecek köklü bir sürecin bugün uluslararası arenada başlamamış olması çok ilginçtir. Türkiye meseleyi büyük bir katliam olarak tarif eden bildirge yayınlamıştır. Birçok üniversite senatosu da bu soykırımın varlığına ilişkin kararlar çıkardığı gibi birçok il ve belediye yerel meclislerinde soykırımı tanıyan kararlar ve bildirgeler yayınlanmıştır. Aynı zamanda Azerbaycanlıların yaşamış olduğu dünyanın değişik yerlerindeki diasporanın da faaliyetler yürüttüğünü ve Türkiye Azerbaycan diasporalarının yani dışarıda yaşayan topluluklarının ortak faaliyetleri ile Hocalı Katliamı meselesinin tanıtılması ve anlatılması ile ilgili pek çok faaliyetin yürütüldüğü bilinmektedir.
Önemli bir hususun altını çizmek gerekir ki Dağlık Karabağ'daki işgal, özellikle Hocalı Soykırımı ve sonrasında 1 milyona yakın Azerbaycanlı göçkünü yani mülteci olarak ifade edebileceğimiz soydaşımızın bugün Karabağ toprakları dışında yaşamak zorunda kalması, Kafkasya'nın belli bölgelerinde ve özellikle Azerbaycan sınırları içerisinde zor koşullarda yaşamak mecburiyeti içerisinde kalması gerektiği kadar anlatılamamıştır.
Sinemaya konu olmamış, dizilere konu olmamış istendiği ölçüde romanlara, edebî eserlere konu olmamıştır. Bu konu ile ilgili sosyal medyayı harekete geçirecek, dünya kamuoyunu ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirecek kampanyaların 1992’den bu yana hakkıyla yapılamadığını görmekteyiz.
Türkiye'de ise üniversiteler, öğrenci toplulukları, bazı belediyeler özellikle Türk Dünyası ile ilgili hassasiyetleri olan sivil toplum kuruluşlarının 2000’li yılların ortasından itibaren Hocalı Soykırımı'nı Türkiye gündeminde tutabilecek etkinliklerine rastlamaktayız ki bunlar da Türk kamuoyunu harekete geçirmek için yetersiz faaliyetlerdir. Bugün Türk medyasında Dağlık Karabağ ile ilgili bir tarih şuuru bulunmamaktadır. Dağlık Karabağ sorunu ve buna bağlı olarak meydana gelmiş Hocalı Soykırımı ile ilgili olarak Türk medyası, siyaset dünyası ve akademi dünyası duyarlığa, derin bir tarih bilgisine ve uluslararası ilişkiler bilgisine sahip olmaktan yoksundur. Hâlâ bu mesele topyekûn Türkiye’nin sahiplenmiş olduğu bir mesele haline getirilememiştir. Mevcut yapılan çalışmaların ise samimi fakat eksik ve uluslararası alanı harekete geçirecek çalışmalar olmadığını şahsî kanaatim olarak söyleyebilirim.
Hocalı Soykırımı’nın yeniden yaşanmaması için biz Türk gençliğine neler düşmektedir?
Dr.Sinan Demirtürk: Tarih, geleceğin inşa edilmiş olduğu bir zemin anlamına gelir. Tarihi böyle ölçmek gerekir. Tarih yalnızca mazi değildir aslında günü belirler ve geleceğin inşâ edilmesi bakımından da yol haritası meydana getirir. O bakımdan Hocalı'da yaşanan 1992’deki vahşetin bir daha cereyan etmemesi bakımından bizde şuur meydana getirilmelidir. Filmlerle, dizilerle, edebî eserlerle ve sosyal medya ile toplumda bilinç oluşturulmalıdır. Yalnızca Türkiye'de değil Türk dünyasında ve uluslararası alanda da bu bilinç oluşturulmalıdır. Burada Türk gençlerine gelecek perspektifi bakımından birkaç vazife düşmektedir. Bunlardan birisi Dağlık Karabağ sorunu kapsamında Hocalı Soykırımı’nın üniversitelerde, akademik platformlarda uluslararalılaştırılmasıdır. Bakınız bu bakımdan akademik yayınlar tarihi gerçekliği ortaya çıkarabilir, Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın temel bakış açısını olgunlaştırabilecek düzeyde olmadığını görüyoruz. Bu bakımdan Türk gençliğinin birincil vazifesi olarak üniversite çevresinde akademik olarak Ermeni meselesini, Dağlık Karabağ sorununu, Hocalı Soykırımı’nı uluslararalılaştırmaktır diyebiliriz. Hint coğrafyasında Arap coğrafyasında Farsça konuşan dünyaya İngilizce konuşan dünyaya gerek İspanyolca konuşan dünyaya bu yayınları uluslararalılaştırmak suretiyle tanıtmaktır.
Bunun dışında sosyal medya, her zaman gerçeklerle kaim olmasa da insanların kanaatlerini etkileyen yeni bir mecra haline gelmiştir. Gençlere düşen sadece 26 Şubatlarda değil farklı zamanlarda da etkileşim ağları oluşturarak dünya gündemine getirmeyi başarmaktır. Bizim bu alanı başarılı olarak kullanabildiğimizi düşünmüyorum. Sosyal medyanın diline uyarlanmış olarak farklı lisanlara tercüme edilerek, güçlü sosyal medya zincirleri ile dünya gündemine taşıyabilmek daha başarılı sonuçlar doğuracaktır.
Azerbaycan'da birkaç film ve roman vardır. Fakat Türk Edebiyatı'nda bu konu ile alakalı çalışmalar da yapılmalıdır. Bu vahşeti ve büyük acıyı sonraki kuşaklara taşımak Türk gençlerinin vazifesidir diyebilirim.
Zaman ayırdığınız ve bizimle paylaştığınız bu eşsiz bilgiler için Kırktuğ Dergi Ekibi olarak teşekkür ederiz..
Dr. Sinan Demirtürk: Rica ederim.