24 NİSAN SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI ANMA GÜNÜ GİRİŞİMİ VE FRANSA’NIN SOYKIRIMLAR TARİHİ
Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran:
Fransız Tarihi Katliamlarla, Soykırımlarla Doludur
Fransa Ermeni Meselesinde Birinci Derecede Sorumludur.
S. Demirtürk- Hocam, Macron’un Ermeni meselesiyle ilgili tavrını, Türkiye’ye karşı oluşturulan bölgesel ittifaklar çerçevesinde değerlendirmeniz mümkün mü?
C. Taşkıran- Diğer ülkeler de rakip olmakla birlikte bir Batılı dayanışması var aralarında. Bunlar aralarında anlaşabiliyorlar, paylaşabiliyorlar. Hâlbuki tarihsel olarak Türkiye’nin bu konulara yaklaşımı paylaşım şeklinde değildir. Türkiye eski hinterlandına hizmet için ve ortak değerleri paylaştığı kardeşleri için bölgeyle ilgilenmektedir ve Batılı anlamda emperyal bir vizyona sahip değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı diğer ülkelerden fazla olabilir. Fransa bunu biraz boşa çıkartmak için Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyor. Türkiye ne zaman köşeyle sıkıştırılmak istense başvurulan yollardan bir tanesi de Ermeni meselesidir. Amerikalılar da zaman zaman bunu gündeme getirir, Fransızlar da... Son dönemde bu tasarının gündeme gelmesinin sebebi budur.
Tabiî Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında Fransa’nın doğrudan rolünün olduğunu da unutmamak gerekiyor. Çünkü Millî Mücadele sırasında ve daha önceki Ermeni isyânlarında Fransızlar önce Osmanlı içindeki Ermenileri daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ndeki özellikle Çukurova bölgesindeki Ermenileri mevcut yönetime karşı kışkırtmışlardır. Ermeni isyânlarının arkasında Ruslar, İngilizler ve Fransızlar vardır. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bunun belgelerini yayınladı. Bu belgelerde Fransa’nın bu işlerin ne kadar içinde olduğunu, Çukurova’da nüfuz sahibi olabilmek için Ermenileri nasıl kışkırttığını görebiliriz. Dolayısıyla Ermeni meselesinin ortaya çıkışında Fransa birinci derecede sorumluluk sahibi ülkelerdendir. Şimdi bu meseleyi sahiplenerek bundan siyasî çıkar elde etmeye çalışıyor.
İnsan Haklarına Aykırı Yasa
S. Demirtürk- Tarihi hakikatler ve hukuki açıdan da Fransız parlamentosunun 24 Nisan’ı Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul etmesini nasıl değerlendirirsiniz.
C. Taşkıran- Böyle bir karar ifade özgürlüğünün engellenmesi anlamına gelir. Eğer böyle bir tasarıyı Türkler çıkartmış olsaydı bugün bütün Avrupa’da büyük tepkiyle karşılanırdı. Ama biz bunu yapamıyoruz. Böylesine bir kanunun çıkması insan haklarına, ifade
Bu karar atalarımıza yapılmış doğrudan bir bühtandır. Tarihle uğraşan, tarihçilik yapan, Ermeni meselesiyle ilgilenen herkes; 1914-15 yıllarında Anadolu’da Ermenilerin isyan ettiğini, Osmanlı’nın bu isyanı bastırmaya kalktığını, bu isyan ve bastırma sırasında “mukatele” dediğimiz karşılıklı öldürme olaylarının yaşandığını bilir. Osmanlı devletinin savaşa girmesiyle önce Sarıkamış, arkasından Kanal Harekâtı, arkasından Çanakkale cephelerinin -ki arka arkayadır 1914 Aralık, 1915 Ocak, Şubat, Mart aylarında- açılması sırasında Ermenilerin Osmanlı ordusundan kaçarak çeteler oluşturduklarını, bir kısmının Rus ordusuna sığındığını, bir kısmının Fransızların yanında gönüllü birlikler oluşturduklarını yine herkes bilir. Bu, tarihi bir hakikattir. Konunun tarihçilere bırakılacak bir tarafı kalmamıştır. Konu tarihî olarak, bilimsel olarak ortadadır. Bu soykırım değildir, 1948’de tanımlanan soykırım tarifinin içine de girmez. Elbette yönlendirilen ve bazı menfaatler için bu tarihsel gerçekleri çarpıtan insanlar olacaktır ama bunlar azınlıktadır. İlmî namusa sahip tarihçiler bu hususta hemfikirdir. Ermeni meselesinin ortaya çıkışında birinci derecede sorumlu olan ülkelerin başında Fransa’yı saymak durumundayız.
Ermeniler Emperyalistler Tarafından Kullanılmıştır
Birinci Dünya Savaşı sırasında hem Rus hem Fransız ordusunun içinde çok sayıda Ermeni, gönüllü olarak görev almıştır. Hatta Osmanlı Devleti’nin milletvekili olan Karakim Pastırmacıyan etrafında topladığı adamlarıyla birlikte Rus tarafına geçmiş, orada Rus ordusuyla birlikte kendi ülkesine karşı savaşmıştır. Ermeniler bu meselede hep kullanılan durumda olmuştur. Aslında bu kullanılmak meselesi sadece Birinci Dünya Savaşı esnasında da değildir. Daha öncesi de vardır. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra Ruslar Ermenileri, Balkanlar’da da Slav ırklarını Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmayı planlı ve sistemli bir şekilde uygulamışlardır. 1890’lardan itibaren Anadolu’da ağırlıklı olmak üzere Osmanlı coğrafyasında Ermeni isyanları baş göstermiştir, İstanbul dâhil olmak üzere…
Tabii her toplumun içinde iyiler kadar kötüler de vardır. Biz burada “Ermeniler” derken Osmanlı devletine sadık kalanları kastetmiyoruz. Kendi ordusunda, yani Osmanlı ordusunda savaşan, ölen ya da esir düşüp esir kamplarında kalan Ermeniler de var. Bunlar bizim Mehmet’imizden, Ahmet’imizden, Mustafa’mızdan farklı değildirler. Ama Fransızların ve Rusların kullandığı Ermeniler de vardır. Bir daha söylemek gerekirse, Ermeni meselesinin ortaya çıkışında Fransa ve Rusya’nın ve tabii bunların arkasından da İngiltere’nin birinci dereceden sorumluluğu vardır.
Millî Mücadele sırasında Fransızların Çukurova’da bölgesindeki Ermenilere o bölgenin kendilerine verileceğine dair sözler verdiğini biliyoruz. Onun ötesinde işgal ettikleri Çukurova bölgesindeki polis teşkilatının büyük kısmını Ermenilerden oluşturmuşlardır. Ayrıca Fransız üniforması giyen askerlerin büyük kısmı Ermeni gönüllerdir. Ve bunlar bölgedeki halka karşı kötü muamelede bulunmaya başlamışlardır. Tabiî bu yaşananlar 1915 olaylarından sonradır. Fransızlar bu bölgede tutunamayacaklarını, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hareketinin başarılı olacağını gördükten sonra Ankara Antlaşması yaparak Ermenileri âdeta kullanılmış bir eşya gibi bir tarafa bırakmışlar ve Çukurova’yı boşaltıp, çekip gitmişlerdir. Emperyalistler için insanın, insanlığın bir önemi yoktur, onların birinci önceliği çıkarlarıdır ve bunun için de insanları, toplulukları kullanmaktan, onları ezmekten, yok etmekten çekinmezler. Ermeniler de emperyalistlerin kullandığı halklardan biridir.
Yumurta Kapıya Dayandığında Tepki Gösteriyoruz
S. Demirtürk- Türkiye haklı olduğu bir konuda nasıl oluyor da bu kadar geriye düşebiliyor?
C. Taşkıran- Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: 2-3 milyonluk Ermenistan ve bir o kadar da diasporada yaşayan Ermeni’yi hesaba katarak değerlendirsek; nasıl oluyor da bu 5-6 milyonluk Ermeni Türkiye’nin aleyhine bir hava yaratabiliyorlar? Nasıl oluyor da 143 ülkede anıt dikebiliyor, diktirebiliyorlar? Nasıl oluyor da 20 ülkenin parlamentosunda soykırımı tanıtabiliyor? Bunların gücü nereden geliyor? Tabii bu konudaki esas mesele bizim sistemli, sürekli ve uzun vadeli çalışmayışımızdan kaynaklanmaktadır. Yoksa Ermenilerin haklılığından ya da güçlü oluşundan kaynaklanmıyor. Türkiye’nin bu meseleyi, halk tabiri ile söyleyecek olursak, yumurta kapıya geldiği zaman, son anda bir öfke patlamasıyla ele almasından Ermeniler bu kadar mesafe alabilmişlerdir. Meselâ Fransa’da bu tasarı oylandıktan sonra bir hafta, on gün kadar “kahrolsun Fransa” dedik, elçiliklerin önüne siyah çelenkler bıraktık, Fransız mallarını boykot ettik. Ama bu dediğimiz gibi en fazla 15 gün sürüyor. 15 gün sonra da hiçbir şey olmamış gibi tekrar eskiye dönüyor. Bunu Fransızlar da çok iyi biliyor, diğer Avrupa ülkeleri de. “Türkler bağırır çağırır ama unutur” diyorlar. Evet, biz unutuyoruz. Meselâ Fransa Ulusal Meclisi’nde bu yasa tasarısı oylandığında ilk tepki olarak büyükelçimizi geri çektik. Ama birkaç gün önce de tekrar gönderdik. Fransız Senatosu’nda oylama yapılacak, “lobi faaliyeti yapmak üzere yeniden gönderdik” deniliyor. O zaman niye çektik? Bunu önceden düşünüp çekmeyebilir ve faaliyetlerini sürdürmesini isteyebilirdik.
Belirlenmiş uzun vadeli bir politikamız yok. Sadece günlük-anlık tepkilerle bu işi yönetmeye ve yürütmeye çalışıyoruz. Bu mesele, günlük-anlık politikalarla yürütülecek bir mesele değildir. 1915 olaylarının 3 yıl sonra 100 yılına gireceğiz. Ermeniler 2015 tarihine göre planlarını 1965’ten itibaren yapmaya başlamışlar. Sovyet rejiminin altında bu meselede nereye varacaklarını, hangi yıl ne mesafe kat edeceklerini planlamışlar, değerlendirmişler ve adım adım bunu uygulamaktırlar. Hedefleri 2015 tarihinde Türkiye’ye soykırımı kabul ettirmektir. Türkiye’yi son zamanlarda sıkıştırmalarının bir sebebi de budur. Önümüzdeki dönemde bu yöndeki faaliyetlerini artıracakları da kesindir: ama bizim böyle bir uzun vadeli planımız yok. Bırakın öyle 50-100 yıllık planları 15 gün önce çağırdığımız büyükelçimizi bugün geri gönderiyoruz. Bu daha çok iç kamuoyuna dönük bir faaliyet yaptığımızı gösteriyor. Bizim planlarımızın mutlaka uzun vadeli, sürekli ve sistemli olması lâzım. Bunu sağlayamadığımız sürece bu meseleden bir sonuç alamayız.
İkinci bir sıkıntımız daha var, içimizde bir bütünlük yok bu konuda. Eskiden bu böyle değildi yalnız, millî bir mesele olarak algılanıyor ve bu konuda bütün siyasî partiler birlikte hareket edebiliyorlardı. Ama özellikle son on yıldır Ermeni meselesi konusunda da bir birlik ve bütünlük olmadığını görüyoruz. Parlamentoda Türkiye Cumhuriyeti’nin milletvekilliğini yapanlar, “Türklerin geleneğinde soykırım vardır” diyebilecek kadar ileri gidebilmişlerdir. Bu ise ileride Türkiye’nin aleyhine kullanılabilecek bir husustur.
Bir başka önemli eksiğimiz ise yaptığımız yayınlar. Aslında az yayın yapmıyoruz, daha çok arşive dayalı yayınlar yapıldığından bunlar hem bilimsel hem de doğru. Ama bunları Türkçe yaptığımız için genellikle dünya kamuoyuna aktarmakta sıkıntı çekiyoruz. Bunun için uluslararası kamuoyunu aydınlatacak ve Ermeni meselesinin ne olduğunu bütün yönleriyle ortaya koyacak bilimsel yayınları mutlaka yabancı dilde basmalı ve bunları Avrupa’da dağıtmalıyız.
Ermenistan’a Karşı Politikamız Yok
S. Demirtürk - Sorunu tarihçilere bırakmak mı gerekir?
C. Taşkıran- Normali budur. Eğer tarihî konuda bir anlaşmazlık varsa, bu konunun çözümü mutlaka tarihî açıdan olmalı ve tarihçiler tarafından yapılmalıdır. Ama tekrar söylüyorum, birkaç tane taraflı ve menfaat grubuna bağlı tarihçinin dışında, Ermeni meselesiyle ilgilenen dünyadaki tarihçilerin hemen hepsi bunun bir soykırım olmadığını söylemektedir. Ama artık bugün başımızı ağrıtan mesele siyasîdir. Nitekim 2001’de Türkler ile Ermeniler arasında bir uzlaşma komisyonu kurulmuştu. Aralık’ta kuruldu, Temmuz ayında bu komisyon dağıldı. Çünkü Ermeniler gördü ki, bilimsel platformda konuşmaya yapıldığında Türkler haklı çıkıyor. Ama onların derdi bilimsel olarak işin doğruluğu ya da yanlışlığı değil, siyasî olarak bu meselenin onlara kazandıracaklarıdır. Şunu da unutmamak lâzım; 1915 olayı diasporadaki Ermenileri bir arada tutan, onların âdeta varlık sebebidir. Eğer bu mesele çözülür, ortadan kalkarsa, Ermenistan diasporasındaki Ermeniler hem birlikteliklerini yitirme hem de maddî kayıplara uğrama ile karşı karşıya kalacaktır. Bunun için de 1915 olayları sürekli olarak gündemde tutulmakta, olmamış olmuş gibi gösterilmeye çalışılmakta, siyaseten Türkiye’nin bu iddiaları kabul etmesi için baskı kurulmaya çalışılmaktadır.
Ermenistan 2015 tarihini hedef alarak büyük bir kampanya dâhilinde bu meseleyi yürütüyor ama bizim Ermenistan’a yönelik bir politikamız yok. Ülkelerin uzun vadeli politikaları olur, bu uzun vadeli politikalar yetkili kurumların ortak çalışması ile hazırlanır ve ona göre de bir planlama yapılır. Bu planlar sık sık değiştirilmemelidir. Kıbrıs ve Ermeni meselesi gibi millî meselelerde ana hatları sabit kalan, millî planların olması gerekir. Ama son zamanlara bu planlar değiştirilmiştir. Ama yeni planlarda da bir başarı elde edilememiştir. Ermenistan bağımsızlığını kazandığında ilk tanıyan ülkelerden birisi de biziz. Tanımakla da yetinmedik, komşuluk ilişkisi neyi gerektiriyorsa onu da yaptık. Ama buna rağmen Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal ettiler. Karabağ’ın tamamını işgal ettiler, şu anda Karabağ’da bir tek Türk kalmadı. 1994’e kadar açık duran sınır bu olaydan sonra tamamen kapatıldı. Türkiye’nin Ermenistan’dan istediği şu: Soykırım iddialarından vazgeç, Kars Antlaşması’nı tanıyıp toprak talebinden vazgeç, işgal ettiğin Azerbaycan topraklarından çekil. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişki kurmamasından kaybedeceği bir şey yok. Çünkü Ermenistan’ın çıkış kapısı Türkiye’dir. Bir taraf Gürcistan’dır öbür taraf İran. İran ile ilişkileri iyi ama Gürcistan ile de sorunlar var. Türkiye’nin ilişkilerin kesilmesinden dolayı bir kaybı yoktur ama Ermenistan’ın büyük kayıpları vardır. Bugün Ermenistan’da halkın büyük çoğunluğu kaçak yolla Türkiye’de olmak üzere birçok ülkede göçmen işçi olarak çalışmaktadır. O hâlde Ermenistan için açılım yapmaya gerek yoktur. Protokollerin imzalanmasına da gerek yoktu. Bu sürece kadar yürütülen politika da yanlıştır. İsviçre, ki biliyorsunuz İsviçre’de soykırım iddialarını parlamentosundan geçirdiği bir yasa ile tanımıştır ve caza uygulaması getirmiştir, gibi bir ülkede yürütülen gizli görüşmelerle protokoller önce paraf edildi, sonra imzalandı. Şimdi Meclis’e getirildi ve bekletiliyor. Meclis’te gündeme getirilmemesinin sebebi de hem kamuoyunun yoğun tepkisi hem de Ermenistan’ın tavizkâr olmayan tutumudur. Onlar hâlen, “Kars Anlaşması’nı tanıyoruz, Türkiye’nin Doğu Anadolu’daki topraklarının bir kısmını Batı Ermenistan olarak nitelendirmekten vazgeçiyoruz, Azerbaycan topraklarını işgalden vazgeçiyoruz” demiyorlar. Bunu demedikleri için de ilişkiler donuktur.
Karşı taraf bir adım atmadan bizim koşar adım ona yaklaşmamız da fayda etmemiştir ve yanlış bir politika olarak tarihteki yerini almıştır. Tabiî bizim bu politikalarımız Türkiye’nin ABD ve Batı tarafından belirli şartlara zorlanacağı şeklinde hem Ermenistan’da, hem de dünya kamuoyunda bir algı oluşmasına sebebiyet vermiştir. Böyle bir kanaatin doğması da bu meselenin çözümünün önündeki en önemli engeldir. Dolayısıyla Türkiye bu konudaki politikasını mutlaka gözden geçirmelidir.
Fransız Tarihi Katliamlarla, Soykırımlarla Doludur
S. Demirtürk- Fransa’nın tarihine bakacak olursak, katliamlar ve soykırım konusunda nasıl bir tarihe sahiptir Fransa?
C. Taşkıran - Fransa belki de Avrupa’nın en kirli ve şaibeli ülkelerinden biridir; Cezayir, Raunda, Çat’ta yaptıkları bunlardan birkaçıdır. Hatta Alman işgali sırasında Nazilerle birlikte ya da yalnız olarak Fransa’daki Yahudileri de katlettikleri gündeme gelmiştir.
Fransa, kendisi söz konusu olduğunda soykırım bir yana, söz konusu ülkelerdeki olaylardaki sorumluluğunu dahi kabul etmemektedir. Oysa Cezayir’de Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş ve çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleye mâruz kalmıştır. Fransa hükümetine göre tüm bu olaylar tarihçilere bırakılmalıdır.
Fransız Gizli Servisi’ne bağlı bir istihbarat subayı olarak 1955’te Cezayir’e gönderilen Fransız Emekli Tuğgeneral Paul Aussaresses, 2001 yılında yazdığı “Mon témoignage sur la torture” adlı hatıralarında, Cezayirlilerin bağımsızlık isteklerini bastırmakla görevli Tuğgeneral Jacques Massu komutasındaki özel time komuta ettiğini ve bu görevi sırasında en az 1500 kişiyi yargısız infaz ettiğini açıkça itiraf etmektedir. Bu dönemde Fransızlar bütün Cezayirli erkekleri öldürmek kastı ile hareket ettiler ve Cezayir’de birçok kabileyi topluca katlettiler, yok ettiler. 1830’da sömürge olarak işgal ettikleri Cezayir’de bu tarihten itibaren her türlü insanlık suçunu işleyen Fransızlar, 1962’de bağımsızlığını kazanana kadar ülkede çok sayıda katliamlar gerçekleştirdi. 2. Dünya Savaşı’nda yanlarında çarpışan Cezayirlilere savaş sonunda bağımsızlık sözü verdiler. Ama sözlerinde durmadılar. Savaş sırasında Fransız sömürgesi Cezayir, Almanya tarafından işgal edilen Fransa’nın kurtuluşu için Fransızlarla birlikte savaştı. Karşılığında da bağımsızlığını istedi. Fransa teklifi kabul etti. Ama 1945 yılında 8 Mayıs günü, bir günde, Fransa’dan bağımsızlık isteyen 45 bin Cezayirli hunharca katledildi. Daha sonraları da bağımsızlık isteyen yüz binlerce Cezayirliyi katlettiler. Katliam günlerce sürdü. Mâsum insanlar, evlerinden alınarak kurşuna dizildi. Köyler ve kasabalar bombalarla yerle bir edildi. Katledilen Cezayirlilerin bir kısmı şehir dışında açılan çukurlara gömüldü. Bir kısmı ise, kamyonlara doldurularak kireç fırınlarında yakılmaya götürüldü. Cezayirlilerin cesetleri, Alman fırınlarına benzeyen ölüm fırınlarında yakıldı. Tarih sayfalarına insanlık için bir utanç olarak geçen bu katliam, Fransa tarafından görmezden geliniyor.
Ayrıca Fransızlar 2,5 milyon Cezayirliyi tehcire tâbi tuttular. Cezayir’ de 100 yılı aşkın süre her türlü insanlık suçunu işleyen Fransızların, bu olaylar sırasında Cezayir’in 8 bin köyünü yok ettiği de çeşitli kaynaklarda var.
S. Demirtürk- Cezayir bu konuları neden gündeme getirmiyor?
C. Taşkıran - Getirmediğini söyleyemeyiz. Cezayir hükümeti, Fransa hükümetinden katliam konusunda defalarca özür talebinde bulunmasına rağmen, Fransa bu ayıbı bu güne kadar kabullenmedi. Siyasî ve ekonomik gücü ile ve “Batılı dayanışması” ile geçiştirdi. Hâlâ da öyle yapıyor.
Fransa, Ruanda’daki Soykırımda da Var.
S. Demirtürk- Cezayir dışında örnekler de veriliyor Fransa için. Bunlardan da bahsedebilir misiniz?
C. Taşkıran - Elbette. Fransız katliamları sadece Cezayir ile sınırlı değil. Ruanda’da 1994 yılında yaşanan soykırımda, yüz binlerce Tutsi kabilesi mensubunun Hutu kabilesi taraflarınca öldürülmesi insanlık tarihinin en korkunç olaylarından birisi olarak değerlendiriliyor. Yakın tarihin bu korkunç insanlık suçunda Fransızların rolü olduğu da dünya kamuoyu tarafından biliniyor. Ruanda’da görev yapmış emekli bir Fransız subayı, Fransız askerlerinin, 1994’te Ruanda’da soykırım yapmakla suçlanan Hutu milislerine silâh eğitimi verdiğini itiraf etti.
Üstelik bu olay belgelidir. Avrupa Birliği, konuyu araştırmak için bir komisyon kurdu: Ruanda Araştırma Komisyonu. Bu komisyon hazırladığı 500 sayfalık raporunda, Fransa’nın bu ülkede, 1994’te yapılan soykırıma faal olarak katıldığına yönelik ifâdelere yer verdi. BM verilerine göre 1994 yılının Haziran-Ağustos döneminde Ruanda’da 800 bin Tutsi ve Hutu’nun ölümüyle sonuçlanan soykırımı incelemek için oluşturulan araştırma komisyonu hazırladığı raporda, Fransa’nın Ruanda’da soykırım hazırlıklarından haberdar olduğu, bu hazırlıklara katıldığı, cinayetlerde faal rol oynadığı belirtti. Bölgedeki “insanî yardım operasyonlarına” katılan Fransız askerî birimleri, soykırıma doğrudan destek vermekle suçlandı. Ayrıca raporda Fransa, soykırımcılara istihbarat, strateji, askerî eğitim desteği sağlamakla, “öldürülecek kişilerin listesinin belirlenmesine katkıda bulunmakla”, “silâh temin etmekle” suçlanıyordu. Komisyon, raporunda, Ruanda hükümetine, “Fransa devletine karşı uluslararası kurumlarda suç duyurusunda bulunmasını ve dâvâ açmasını” öneriyor. Ama Fransa siyasî ve ekonomik gücünü kullanarak, çeşitli yöntemlerle Ruanda hükümetine baskı yaparak söz konusu soykırım suçlamalarına resmiyet kazandırılmaması için çaba harcıyor.
Emperyalistlerin Önceliği Çıkarlarıdır
S. Demirtürk- Galiba Emperyalist güçlerin tarihlerinde bu tür olaylar daha sık görülüyor.
C. Taşkıran- Doğru. Çünkü onlar için öncelik insan değildir. Çıkarlarıdır. Çıkarları neyi, nasıl gerektiriyorsa veya nasıl yapılması gerektiğini düşünüyorlarsa öyle yaparlar. Etnik, dinî, insanî, vicdanî mülahazaların onların değerlendirmelerinde yeri olmaz. Bugün gündemde olmasa da Fransa’nın Çad’da yaptıkları da bir kültürel soykırım niteliğindedir. Biliyorsunuz, bugünkü Çad toprakları üzerinde 19. yüzyılın ortalarında, Rabih bin Zübeyr adlı bir şahıs bir İslâm devleti kurdu. Onun kurduğu bu devlet kısa zamanda geniş bir alana yayıldı. Bu devlet bölgedeki kabileleri de kendine bağladı. 1878-1900 yılları arasında saltanatı elinde tutan Rabih bin Zübeyr zamanında Çad, bölgenin en güçlü devleti oldu. Rabih bin Zubeyr’in saltanatının devam ettiği sıralarda Fransız sömürgeciler bölgeye askerî güç göndermeye başladılar. Fransız güçleri girdikleri yerlerdeki yerel yöneticilerin saltanatlarına son veriyorlardı. Sultan Rabih, Fransızlara karşı koydu. 1880 ve 1890’larda Fransız birliklerine karşı verdiği mücadeleleri de kazandı. Bu durum karşısında Fransız sömürgeciler Çad çevresinde bazı yerlere yeni askerî üsler kurdular. 4 Şubat 1894’te de Fransız, İngiliz ve Alman sömürgeciler arasında yapılan anlaşma ile Çad Gölü çevresi paylaşıldı. Bu paylaşmada bugünkü Çad toprakları Fransa’nın payına düştü. Fransızların Çad topraklarını ele geçirmek için saldırıları daha şiddetle devam etti. Müslümanlar uzun süre vatanlarını savundular. Bu kahramanca mücadelenin başını çeken Sultan Rabih 1900’de şehit edildi Ondan sonra oğlu bu mücadeleyi sürdürdü. O da 1909’da şehit edildi. Fransızlar bu arada bölgedeki önemli merkezleri ele geçirdi. 1911’deki savaştan sonra da Fransızlar Çad’ın tamamını ele geçirdiler. Fransızların Çad’ı işgalleriyle birlikte bu ülkede bir kara dönem, bir vahşet dönemi, bir katliam dönemi başladı. İşgalci Fransızlar Çad’da çok sayıda camiyi ve medreseyi yıktılar. İslâmî eğitimi tamamen yasaklayarak Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dinî cemiyetleri kapattılar. Çok sayıda Müslüman bilim adamını zindanlara atarak işkenceyle öldürdüler. Müslüman kadınların namuslarına el uzattılar. Bazı Müslüman bilim adamları Fransız zulmünden kurtulmak için çeşitli yerlere kaçtılar. Fransızlar, Müslüman bilim adamlarının çoğunu öldürdüler. Fransızların cinayetleri ve katliamları sonraki yıllarda da devam etti. Fransızların bilim adamlarını ve dinlerine bağlı Müslümanları yok etmekteki amacı Çadlılara dinlerini öğretecek, İslâm’ı hakkıyla bilenleri hayatta bırakmamaktı. Fransızlar Çad’ın güneyinde yaşayan putperestlerle işbirliği yaparak siyasî ve ekonomik politikalarında sürekli onları kolladılar. Bu yüzden ülkedeki ekonomik denge Müslümanların aleyhine bozuldu. Bu durum sonraki yıllarda istikrarsızlığa ve ciddî problemlere yol açtı. Bu da bir tür kültürel katliamdır. Bir soykırımdır.
S. Demirtürk- Görülüyor ki, bu konuda söz söyleyebilecek belki en son ülke Fransa.
C. Taşkıran - Bence de öyle. Fransa’nın başka ülkelere ders vermek yerine kendi tarihine bakarak ders alması gerekir. Başkalarına âit bilmediği olayları kanun ile tanıyıp cezalandırmak yerine, kendi yapmış oldukları katliamları kabullenmesi daha uygun olacaktır. Ama Fransa böyle bir tavır içinde değil. Tam aksini yapıyor, kendi sömürgeci geçmişine âit soykırıma varan katliamları aklamak ve tarihi yeniden kendi istediği gibi yazmak için yeni yeni çabaların içine giriyor.
Ermenilere Karşı Neler Yapılabilir?
S. Demirtürk- Konuşma içinde aslında neler yapılması gerektiğini söylediniz ama bir toparlama adına son olarak ermeni iddialarına karşı neler yapılmalıdır?
C. Taşkıran- Kesinlikle bir millî strateji geliştirilmeli ve süreklilik arz eden bir ciddîyetle de bu strateji uygulanmalıdır. Ayrıca Türkiye’de yayınlanan eserler yabancı dile çevrilmeli ve yurtdışında dağıtılmalıdır. Bu konuda belgesel türü, görsel yayınlar yapılmasına hız verilmeli. Yurtdışında yaşayan önemli sayıda Türk kökenli insanımız vardır. Onların örgütlenerek bu meselede bir aktör hâline getirilmesi konusunda çalışmalar yapılmalı, ayrıca bu insanlarımız sürekli olarak bilgilendirilmelidir.
Hocalı Katliamı Unutulmamalı
Önümüzde Ermenistan’ı uluslararası kamuoyunda sıkıntıya düşürecek bazı örnekler var. İşte Şubat ayı geliyor ve hepimiz yine Hocalı Katliamı’nı konuşacağız. Ermeniler bütün dünyanın gözleri önünde, bütün yolları kapatarak, Hocalı yerleşim yerine girerek orada kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden rastladıkları bütün Türkleri sokaklarda ve evlerinde hunharca katlettiler ve soykırıma tâbi tuttular. Bu bütün dünyanın gözleri önünde oldu, şahitleri hâlen yaşıyor, belgeleri var. Biz bunu Şubat ayında anarak geçiştiriyoruz. Zaferlerimizi nasıl unutmuyorsak, acılarımızı da, sıkıntılarımızı da unutmayacağız onun için anmak önemli ama yetmiyor.
Bu katliamın sorumluları hayattadır. Sarkisyan, bunlardan biridir. O bölgede komutandı. Bunlar için uluslararası örgütlere suç duyurusunda bulunabiliriz. Bunların ceza alması için çaba harcayabiliriz. Ama böyle bir çabanın içinde değiliz. Aralık’ın son günlerinde, Fransızlar parlamentodan bu yasayı geçirdikten sonra Meksika Parlamentosu, da “Hocalı Katliamını soykırıma varan bir olay olarak tanıdığını ve parlamentosunda kabul ettiğini” ilân etti. Bu Meksika’dan önce bize düşmez mi? Biz bunu yaparsak hem Ermenistan’ı hem de Fransa ve bu işlere hevesli olan diğer ülkeleri sıkıştırmış oluruz. Ama böyle bir politikamız yok. Yani Ermenistan’a ve onu destekleyenlere tavır olabilecek her türlü fırsatı mutlaka değerlendirmemiz lâzımdır. Bilindiği Karabağ meselesinin çözümü için kurulmuş olan AGİT Minsk Grubu vardır. Fransa bu grubun bir üyesidir. Ama almış olduğu bu karala Fransa tarafsızlığını yitirmiştir. Azerbaycan’dan da bu yönde bir açıklama gelmiştir ve biz de destek vererek Fransa’nın dışlanmasını sağlamalıyız. Bu yaptırımı yapabilirsek, Fransa bundan sonraki adımlarını daha dikkatli atacaktır.
Başbakan’ın Fransa’ya yaptırımlar konusunda yaptığı açıklamaların ardından Ekonomi Bakan’ı Fransa’ya serbest piyasa şartları içinde ekonomik bir yaptırım olamayacağını açıkladı. Bu da Türkiye’nin kısa süreli bile olsa yaptığı açıklamaların arkasında duramadığının en önemli göstergesidir. Onun için alacağımız yaptırım kararlarını sıkı ve tavizsiz şekilde uygulamak zorundayız. Yoksa ciddiyetimiz kalmaz. Hangi kararı alırsak alalım uygulama yapabilmemiz için Türkiye’nin siyasî, ekonomik ve askerî açıdan mutlaka güçlü olması gerekir. Eğer yeterince güçlü değilseniz alacağınız kararlar çok fazla kalıcı olmaz. Şu anda bir sonuç alamıyorsak, dönüp bu noktadaki eksiklerimize bakmamız gerekiyor. Eğer Türkiye gerçekten güçlü bir ülke ise aldığı kararlar ülkeler üstünde etkili olmalıydı. Bir ülke kendi iradesiyle sorunlarını çözebiliyorsa onun sözü dinlenir, onun aldığı kararlar caydırıcı olur. Ama daha çok dışarıya bağımlı, dışarıdan yönlendirilen ve onun telkinleriyle karar alıyor şeklinde ülkeye ilişkin bir kanaat var ise o ülkenin alacağı kararlar sonuç vermez. Türkiye’nin bunları düşünerek Ermeni meselesi konusunda neler yapacağını gözden geçirmesi ve Ermeni Meselesinde milli bir strateji oluşturması gerekmektedir.