TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN HEDEFLERİ AÇISINDAN ÖĞRETMEN YETİŞTİRME POLİTİKASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
ANKARA ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ EĞİTİM PSİKOLOJİSİ ANA BİLİM DALI BAŞKANI PROF. DR. SELAHİDDİN ÖĞÜLMÜŞ İLE EĞİTİM FAKÜLTELERİNİN DURUMU VE ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HAKKINDA SÖYLEŞİ GERÇEKLEŞTİRDİK.
Türkiye’de eğitim sisteminin ana hedefi ne olmalıdır? Gelecek perspektifi açısından değerlendirir misiniz?
Eğitim sisteminin hedefleri belirlenirken, çok geniş katılım olmasına ve toplumun her kesiminin görüşünün alınmasına dikkat edilmelidir. Ülkemizde genellikle politikalara yön veren iktidardaki kişiler kendi kabullerini uygulamaya koyuyorlar. İktidar değiştiğinde, yeni iktidara gelenler o politikaları değiştirip sıfırdan başlayarak yeniden politika üretiyorlar. “Eğitim sisteminin ana hedefi ne olmalı?” sorusuna geniş bir katılımla karar verirsek, en azından bakan ya da iktidar değişikliklerinde hedeften şaşmayız. Bunun için eğitimimizin felsefesini gözden geçirmemiz gerekiyor. “Ana hedef ne olmalı?” sorusuna elbette biz birey ve toplum açısından cevap verebilmeliyiz. Hem bireysel hem de toplumsal açıdan birtakım hedefleri gerçekleştirecek bireyler yetiştirmeliyiz çünkü eğitimin hem bireysel hem toplumsal hedefleri vardır. Biz hem birey olarak insanların kişisel ve mesleki gelişimlerini sağlamalı hem de onları toplumsal olarak iyi birer yurttaş olarak yetiştirmeliyiz. Bireyin ihtiyaçları kadar toplumun da ihtiyaçlarını göz önüne alarak bunları uzlaştırabilmeliyiz. Kişilerin kendilerini tanıyabilecekleri, kendileri kalabilecekleri bir sistem yaratmalıyız. Hedefimiz kendini tanıyan bireyler yetiştirmek olmalıdır. Bu sadece kişisel özelliklerini tanımak değil; geniş anlamda kendi tarihini, toplumunu, coğrafyasını tanımasıdır. Eğitim sistemimiz öncelikle bireyi kendine tanıtmalı, kendisi olabilmesi için fırsatlar yaratmalıdır. Öte yandan toplumsal olarak da hedeflerimiz var. Bu toplumsal hedeflerimizin de gerçekleştirilebilmesi için insanları gerekli bilgi, beceri ve donanımla yetiştirmeliyiz. Kültürümüzü, değerlerimizi bir sonraki kuşağa aktarabilmeli ve toplumun mutluluğu, refahı için herkesin üretici olarak topluma katkıda bulunmasının önünü açmalıyız.
Eğitim politikaları ve programlarının başarısızlığı üzerine tartışmalar var. Size göre eğitimde başarıyı elde etmek için ne yapmalı? Gelişmiş ülkelerle mukayese ettiğimizde neleri eksik yapıyoruz, eğitim politikamız nasıl olmalı?
Türkiye çok hızla değişen bir ülkedir. Hem genç bir nüfusumuz hem de sürekli göç halinde olan bir toplumsal yapımız vardır. İç göç süreklilik arz ediyor. Pek çok insan doğduğu yerde yaşamını devam ettirmiyor. Dolayısıyla eğitim politikamızı belirlerken bu iki özelliği dikkate almalıyız. Katılımı ve toplumsal mutabakatı önemsemezsek, -genç ve sürekli değişen bir toplumsal yapıyı dikkate aldığımızda- eğitim politikaları tıkanıyor. Dünyanın da hızla değiştiğini göz önüne almalıyız Tüm bu bilinmezlikler içinde katılımı da önemsemediğimiz için politikalarımız başarıya ulaşmıyor. Okullaşma oranlarına göz atalım. Biz niceliği ön plana alarak okullaşma oranlarını artırmaya çalıştık. İlk ve ortaöğretimde bölgesel olarak bazı sorunlarımız olsa da başarı elde ettik ama okul öncesi eğitimde kayda değer bir ilerleme sağlayamadık. Liseyi bitiren gençlerimizin hem yükseköğretime hem de hayata hazır olmasını bekleriz ama uyguladığımız programlar ikisinde de başarılı olamadığımızı gösteriyor. Gençlerimiz topluma üretici olarak katıda bulanacak donanımda değiller. Üniversiteye girmeyi bekleyen 2.5 milyona yakın gencimiz var. Dolayısıyla bu politikalarda başarı sağlanamaması katılımın olmadığı bir politika belirleme sürecinden kaynaklanmaktadır. Toplumun her kesiminden katılım olması sendikaların görüşlerinin alınması, danışmaya mutlaka ağırlık vermemiz lazım. Akşam aklımıza gelen bir şeyi sabah uygulamamamız gerekiyor. Maalesef geçmişte ülkemizde bu şekilde uygulamalar oldu. Program değişikliği söz konusu olduğunda, program hazırlayıp askıya çıkararak, varsa söyleyeceğiniz bir şey söyleyin, yoksa biz bunu uyguluyoruz yaklaşımıyla hareket etmek başarısızlığı beraberinde getirir. Nitekim yaşadığımız başarısızlıkların büyük çoğunluğunda bu tür yaklaşımlar vardır.
Öğretmen yetiştirme politikalarının eksiklikleri nelerdir?
Aslında ülkemiz öğretmen yetiştirme konusunda çok geniş bir tecrübeye sahiptir. Yaklaşık 1850’lerden günümüze kadar -Osmanlı’nın son döneminden başlayarak- geniş bir bilgi birikimine ve deneyimine sahibiz. Ancak bu bilgi birikimi ve deneyimden yeteri kadar yararlanmadığımızı düşünüyorum. Hatta zaman zaman Avrupa ekolü ile Amerikan ekolü arasındaki çatışmalar çok ciddi kırılmalara yol açıyor. Bu kırılmalar öğretmen yetiştirme sistemimize de yansıyor.
1970’li yıllardan günümüze kadar öğretmen yetiştirme sistemimizi gözden geçirdiğimizde şunları görürüz: İlkokul düzeyinde öğretmen yetiştirme ile Ortaöğretim düzeyinde öğretmen yetiştirmeyi iki ayrı düzeyde ele alalım. Öğretmenler, 1970’li yılların başına kadar 11 yıllık eğitimin sonunda ilkokul öğretmeni oluyordu. Türkiye, 1970’li yıllarda öğretmen yetiştirmenin niteliğini artırmak için çeşitli kararlar aldı ve bunu da uygulamaya koydu. Önce 3 yıl olan öğretmen okullarını 4 yıla çıkardı. Sonraki yıllarda ilkokula öğretmen yetiştirmeyi iki yıllık eğitim enstitüleri düzeyine çıkardı. İki yıllık eğitim enstitülerini üniversitelere bağlı yüksekokula dönüştürdü. İki yıllık eğitim yüksek okulları da 4 yıllık eğitim fakültelerine dönüştürüldü. Dolayısıyla bütün bunların hepsi 1972’den 1990’lı yıllara kadar olan kısa süre içinde oldu. İlkokula öğretmen yetiştirmeyi kısa sürede lise düzeyinden lisans düzeyine çıkaran bir ülkeyiz. Bu önemli bir gelişmedir.
Ortaöğretimde branş öğretmeni yetiştirme açısından da aynı durum söz konusudur. Yine sözünü ettiğim 1970’li yılların sonuna kadar ortaöğretimde alan öğretmenlerinin iki temel kaynağı vardı. Üniversitelerin ilgili fakültelerinde matematik, tarih vb. bölümlerden mezun olanlar formasyon alarak öğretmen oluyorlardı. Ama daha önemli bir kaynak MEB’in kendi enstitüleri idi. Bunlar liseden sonra 3 yıllık eğitim enstitüleri şeklinde örgütlenmişlerdi. Önce 3 yıllık eğitim enstitüleri 4 yıllık lisans düzeyine çıkarıldı, sonra da tezsiz yüksek lisans programına dönüştürülmüştü.
Ülkemiz ortaöğretimde branş öğretmeni yetiştirmeyi tezsiz yüksek lisans düzeyine çekmişti. Fakat YÖK’ün aldığı bir kararla tezsiz yüksek lisans programları kaldırıldı, ortaöğretimde branş öğretmeni yetiştirme süreci tekrar sertifika düzeyine indirgendi. Şimdilerde yeniden tezsiz yüksek lisans düzeyine çıkarılacağı söyleniyor. Kısacası, Türkiye’de öğretmen yetiştirme alınanda iki adım ileri, bir adım geri gidiyoruz.
YÖK, maalesef eğitim fakülteleri ile deyim yerindeyse oynuyor, eğitim fakültelerini deneme-yanılma tahtası gibi kullanıyor. Müflis tüccar arada bir eski defterleri karıştırırmış, kimden alacağım var diye bakarmış. YÖK de aklına estikçe eğitim fakültelerine müdahale ediyor. Bu yaklaşım bizi öğretmen yetiştirme konusunda tam bir çıkmaza sürüklüyor.
Türkiye 1996-1997 yıllarında öğretmen yetiştirme açısından çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Eğitim fakültelerinin programları neredeyse tümüyle gözden geçirildi. Fakat bu süreç hiç bitmiyor. Eğitim fakültelerinin programları 2005 ve 2006’da ve geçen sene (2017 yılında) tekrar gözden geçirildi. Artık eğitim fakültelerinin programlarının kaç kere gözden geçirildiğini takip etmekte zorlanıyoruz. Somut örnek vereyim isterseniz: Bu yıl fakültemizin Özel Eğitim Bölümünde 3 farklı lisans programı aynı anda uygulanıyor. Bölümün 3. ve 4. Sınıf öğrencilerinin takip ettikleri programla 2. Sınıf öğrencilerinin takip ettikleri program farklı; 1. Sınıf öğrencilerinin takip ettikleri program da diğer iki programdan farklı. Böyle bir şey olabilir mi? Ne yazık ki şu anda durum bu. Öğretmen yetiştirme alanına bu kadar müdahale edilmemeli.
Temel sorunlardan birisi de teori ile uygulama arasında denge kuramıyor olmamız. Herhangi bir alanda bilgi edinmenin iki sistematiği vardır: Öğretmen yetiştirecekseniz önce teorik bilgileri verir, sonra öğrencilerinizi uygulamaya gönderir, böylece teori ile pratiği bütünleştirirsiniz. Ya da önce bir işin nasıl yapıldığını yani pratiği öğretir, sonra da pratiğin temelindeki teorik bilgileri öğretir ve böylece teori ile pratiği bütünleştirirsiniz. Dünyada bu iki yaklaşım da uygulanıyor. Almanya gibi ülkelerde önce teorik sonra pratik öğretiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde pratik öncelikli ama teoriği de öğretiyorlar. Tüm bunlar bütünlük arz ediyor. Türkiye’ye gelince; öğretmen yetiştirme alanında Osmanlıdan beri Avrupa’yı model aldık. Önce teoriği sonra pratiği öğretiriz. Öğretmen yetiştirme alanında 1997 yılında sesiz sedasız bir devrim gerçekleşti ve Türkiye’de öğretmen yetiştirme alanında Amerikan modeline geçildi. Eğitim fakültelerinde okuyan öğrencileri birinci sınıfın sonunda okullara göndermeye başladık. Bu yaklaşım, üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala tam olarak benimsenmedi ve biz şu anda ülke olarak ne yaptığımızın farkında değiliz. Öğretmenlere teorik bilgileri mi yoksa uygulamayı mı önce öğreteceğimize karar veremedik.
Türkiye’nin şöyle bir zaafı var: Yarım insan yetiştiriyoruz. Teoriği bir kişiye, pratiği diğer bir kişiye öğretiyoruz. Mesela akademisyenler teoriği biliyor, pratiği bilmiyor; öğretmenler de pratiği biliyor ama teorik bilgileri eksik. Oysa Batıda teori ve pratiği bütünleştiren insan modeli ortaya çıkıyor. Dolayısıyla teorik ve pratik açısından baktığımızda iki yarım insan yetiştiriyoruz. İki insan bir araya gelince bir insan oluşuyor. Öğretmen yetiştirme politikalarını gözden geçirip “tam insan” yetiştirmemiz lazım. O zaman akademisyen pratikten kopuk olmaz, öğretmenin de teorik bilgileri tam olur.
Yönetici atamaları ve eğitim sisteminin kalitesi bakımından liyakatin önemi nedir?
Liyakat her şeyin özüdür. Öğretmenlik ve yöneticilik de dâhil olmak üzere, her alanda işi ehline vermek gerekir. Bu yaklaşım adaletin de gereğidir. Herhangi bir alanda işi ehline vermezseniz, hem o insana hem de hizmet vereceği topluluğa kötülük etmiş olursunuz. İşi ehil kişilere vermezseniz, o zaman insanlar atandıkları görevlerde kendilerini oraya atayan kişilere bağımlı hale gelirler ve ilişkiler ön plana çıkar. Dolayısıyla makamlara getirilenler özerk davranamazlar; kurumun ihtiyaçları doğrultusunda karar almakta zorlanırlar. Kendilerini atayan kişilerin hoşnut olmayacağı kararlar vermekten çekinirler. Yöneticilik öğrenilebilen bir beceridir: Kurumun amaçlarını bileceksiniz, yönetici yeterliliklerine sahip olan kişileri atayacaksınız ve gerekirse bu insanların lisansüstü eğitim almalarını sağlayacaksınız. Bu kişilere yönetici yeterliliklerine sahip olma fırsatı sağlamalısınız ki, kaliteli hizmet bekleyebilesiniz. Sadece ilişkilere bağlı olarak ya da aidiyet gruplarının referansıyla atanan kişiler yeterli ve kaliteli hizmet vermekte başarısız oluyor. Bundan dolayı da sonuçta hepimiz zarar görüyoruz.
Prof. Dr. Selahattin Öğülmüş Kimdir ?
1961 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümünden mezun oldu (1983). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalında Yüksek Lisans (1986) ve Doktora (1991) yaptı. 1985-1990 yılları arasında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. 1990 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümünde Araştırma görevlisi olarak göreve başladı. Aynı bölümde 1992’de Yardımcı Doçent, 1996’da Doçent, 2002 yılında Profesör oldu. 1998 yılında TÜBİTAK Bursu ile Ohio State Universitesinde (ABD) misafir öğretim elemanı olarak bulundu, 2002-2003 öğretim yılında Türkiye-Kırgızistan Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde öğretim üyesi ve Dekan Yardımcısı olarak görev yaptı. 2006-2012 yılları arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevinde bulundu. Ulusal ve Uluslar arası birçok toplantıda Düzenleme Kurulu Üyesi ve Danışma Kurulu Üyesi; Ulusal ve Uluslar arası bilimsel dergilerde alan editörü ve hakem olarak görev yaptı. Vandalizm (Tahripçilik) ve Önlenmesi, Okullarda Şiddet ve Önlenmesi, Kişilerarası Sorun Çözme Becerileri ve Eğitimi, Çatışma Çözme Eğitimi, Eğitimde Güdülenme (Motivasyon), 21. Yüzyılda Eğitim konularında araştırma ve yayınları vardır. Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Araştırma ve Uygulama merkezi Danışma Kurulu Üyesi ve Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Merkez Kurulu Üyesidir. Türk Eğitim Derneği, Kariyer Danışmanlığı ve İnsan Kaynaklarını Geliştirme Derneği, Aü-EBF Mezunlar Derneği üyesidir. Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü Başkanlığı ve Farabi Programı Fakülte Koordinatörlüğünün yanı sıra, Ankara Üniversitesi Üniversite Yaşamına Uyum Programı (UYUM101 Programı) Koordinatörlüğü görevini yürütmektedir.