02.07.2020 12:22 DOĞACAN BAŞARAN A- A+

KÖLELİĞİN KALDIRILIŞININ 155. YILINDA ABD'NİN KİMLİK KRİZİ

KÖLELİĞİN KALDIRILIŞININ 155. YILINDA ABD'NİN KİMLİK KRİZİ

25 Mayıs 2020 tarihinde George Floyd isimli siyahi bir ABD vatandaşının polis şiddeti neticesinde hayatını kaybetmesinin ardından başlayan ırkçılık karşıtı protesto gösterileri, dört haftayı geride bırakmış olmasına rağmen henüz sona ermiş değildir. Aksine ülkede köleliğin resmen kaldırıldığı 19 Haziran 1865 tarihinin yıl dönümü vesilesiyle kutlanan “Özgürlük Günü”, protestocular için bir gövde gösterisine dönüşmüş ve mevzubahis dönemde köleliğin devam etmesini savunan General Albert Pike’nin heykelinin göstericiler tarafından yıkılmasıyla birlikte, ABD’nin büyük bir kimlik kriziyle karşı karşıya olduğu bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır.

Kimlik krizi bağlamında ABD’nin yaşadığı gelişmeler değerlendirildiğinde görülmektedir ki; farklılıkların bir arada yaşadığı çok kültürlülük vurgusu üzerinden kendisini Anglo-Protestan değerlere dayalı liberal bir rol model olarak sunan ve bu durumu, “Amerikan Rüyası” sloganıyla ifade eden Washington yönetiminin son dönemde karşılaştığı süreç, “Amerikan Rüyası” söyleminin bir retorikten ibaret olduğunu kanıtlamıştır. Zira Floyd’un polis müdahalesi nedeniyle hayatını yitirmesi, aslında ırkçılığın ABD’de bir devlet ideolojisine dönüştüğü gerçeğini hatırlatmıştır. Elbette bu durum, “Amerikan Trajedisi” olarak da adlandırılabilir. Bununla birlikte zaman zaman ABD’de ırkçı polis müdahaleleri gündeme gelse de söz konusu müdahalelerin böylesi büyük protestolara sebebiyet vermesi, çok sık görülen bir durum değildir. Fakat 21. yüzyılda hızla yükselen sağ-popülizm, ABD Başkanı Donald Trump’ın da sağ-popülist bir lider olması sebebiyle ülkedeki ırkçılığın dozunun hızla artmasına neden olmuş ve elbette buna bağlı olarak ırkçılık karşısında ezilen başlıca kesim olan siyahiler de Floyd’un öldürülmesinin ardından bir öfke patlaması yaşamıştır.

Aslında ABD’de cereyan eden bu olaylar, Soğuk Savaş sonrasında oluşan uluslararası zeminde “öteki/dış tehdit”ten yoksun kalma durumunun doğal bir neticesidir. Zira Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, 200’den fazla etnik kimliği bir arada tutan “dış düşman” algısı yok olmuş ve küreselleşmenin de doğal bir sonucu olarak alt kimliklerin yükselişe geçtiği gözlemlenmiştir. Şüphesiz bu durum, ABD’nin bir üst kimlik kriziyle karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere, sağ-popülizmin yükselişiyle birlikte ırkçılığın belirginleşmesi, ABD’nin homojen tek bir ulus olmadığını göstermektedir.

Dahası Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin bir kimlik kriziyle karşı karşıya olduğunu Amerikalı teorisyenler de ifade etmiştir. Örneğin Samuel P. Huntington, bu kimlik krizini Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı başlıklı eserinde şu sözlerle dile getirmiştir:[1]

“Biz tek bir halk mıyız, yoksa birkaç halk mı? Eğer biz tek bir halksak, bizi, biz olmayan “ötekiler”den ayıran nedir? Irk, din, etnik köken, değerler, kültür, politika ya da başka ne olabilir? ABD, kimilerinin ileri sürdüğü gibi, tüm insanlığın ortak değerlerine dayalı ve temelde tüm halkları kucaklayan “evrensel bir ulus” mu? Ya da biz kimliğimizi Avrupalı mirasımızla, Avrupalı kurumlarımızla tanımlayan Batılı bir ulus muyuz?  Yoksa tarihimiz boyunca “Amerika’nın Ayrıcalığı” görüşünü destekleyenler tarafından ileri sürüldüğü gibi kendimize özgü ve benzersiz miyiz? Bağımsızlık Bildirgesi ve diğer kuruluş belgelerimizden oluşan sosyal bir anlaşmanın sınırları içindeki kimliğmizle, sadece politik bir ortaklık mıyız? Söz konusu olan çok kültürlülük mü, ikikültürlülük mü, yoksa tekkültürlülük mü? Bir mozaik mi, yoksa bir ergime potası mı?”

Huntington’dan alıntılanan bu ifadeler, ABD’nin yaşadığı kimlik bunalımını net bir şekilde özetlemektedir. Neticede ABD, her ne kadar kendisini liberal değerler üzerinden tanımlayan ve asimilasyon politikaları aracılığıyla tek bir ulus inşa etmeye çalışan bir devlet olsa da içinde barındırdığı demografik çeşitlilik hasebiyle bir üst kimlik inşa etmeyi başaramamıştır. Özellikle de Hispanikleşme tartışmalarından hareketle, radikal bir iddia da olsa, ABD’nin dağılma tehlikesiyle bile karşılaşabileceği öne sürülebilir. Bu nedenle siyahilere yönelik baskı da siyahilerin tepkisel eylemleri de ABD’nin bir iç savaşın eşiğinde olduğu tartışmalarına sebebiyet vermektedir.

Üstelik gelinen noktada iç savaşın habercisi olarak yorumlanabilecek gelişmeler de vuku bulmaktadır. Özellikle de Seattle’daki bir bölgenin göstericiler tarafından “Capitol Hill Özerk Bölgesi” olarak ilan edilmesi ve buna karşılık Trump’ın göstericileri “terörist” olarak tanımlaması, bahsi geçen ülkedeki çatışmaların dozunun daha da artacağını göstermektedir. Nitekim Trump, kolluk kuvvetlerini de “Ne iş yapıyorlar?”[2] sorusu üzerinden eleştirerek göstericilere karşı sert bir tavır takınmaktadır. Buna karşılık gerek Minneapolis kentinde yakılan karakol ve gerekse de Pike’nin yıkılan heykeli, eylemcilerin polis şiddetine yanıt vermekten geri durmadığının ve durmayacağının göstergesidir. Bu da ABD’nin içinde bulunduğu kimlik krizinin son derece riskli bir durum meydana getirdiği anlamına gelmektedir.

Öte yandan mevzubahis protestolar, bahse konu olan ülkede Kasım ayında gerçekleşecek başkanlık seçimlerinin gölgesinde cereyan etmektedir. Zaten bu yüzden de Trump yönetimi, eylemcileri vandalizm ve yağmacılık üzerinden eleştirerek kendi seçmenini konsolide etme çabası içerisindedir. Çünkü yeni toplumsal hareketlerin genellikle örgütlülükten ve liderlikten yoksun olan doğası, kitlelerin kontrol edilememesine ve eylemlerin amacından saparak vandalizme savrulmasına neden olmaktadır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen Trump’ın kendi destekçilerini kemikleştirme çabasını, geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiği kilise ziyaretinde de görmek mümkündür. Lakin hem pandemi süreci hem de mevcut protestolar, ülkede yaşanan kimlik krizine, bir yönetim/yönetememe krizinin de eşlik ettiğini ortaya koymaktadır. Bu da Trump’ın önümüzdeki seçimi kazanmasının birkaç hafta öncesine kıyasla oldukça zorlaştığına işaret etmektedir. Bu nedenle de ırkçılık karşıtı gösterilerin farklı şekillerde de olsa, Kasım ayındaki seçime kadar devam edeceği öngörülebilir. Hatta Trump’ın seçimleri yeniden kazanması durumunda, kimlik krizinin derinleşerek bir iç savaşa evrilmesi de ihtimaller dahilindedir. Buna ek olarak Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda, yükselen sağ-popülizmle belirginleşen kimlik krizinin aşılabilmesi için ülkede “Amerikan tipi bir darbe” yaşanması gibi radikal olasılıklar da gündeme gelebilir.

Sonuç olarak ilk görev döneminde, azledilmesine yönelik soruşturmanın Demokles’in kılıcıymışçasına üzerinde sallandığını gören Trump’ın yeniden başkanlığa seçilmesi halinde de işi hiç kolay olmayacaktır. Çünkü dış tehdit inşa etmekte ve tehdit algılamaları hususunda halkını ikna etmekte zorlanan ABD, büyük bir kimlik kriziyle yüzleşmektedir. Trump’ın seçilememesine bağlı olarak ırkçılığın dozunun azalması ise ABD’ye konjonktürel olarak kısa süreli bir nefes alma imkânı sunabilir. Ancak bu olasılık bile, kimlik krizinin sona erdirecek kalıcı bir formül olmaktan son derece uzaktır.

 

[1] Samuel P. Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, CSA Global Yayın Ajansı, İstanbul 2004, s. 9.

[2] “Son Dakika: ABD’de Ortalık Karıştı! Trump Çılgına Döndü: Polis Ne İş Yapıyor?”, Sabah¸https://www.sabah.com.tr/dunya/2020/06/20/son-dakika-abdde-ortalik-karisti-trump-cilgina-dondu-polis-ne-is-yapiyor, (Erişim Tarihi: 20.06.2020).