Çin'in Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki Sessiz ve Yumuşak İlerleyişi

Orta Doğu ve Kuzey Afrika, uzun bir süre Çin’in dış politika tercihlerinin dışında kalan bölgeler olarak diğer küresel aktörlerin ilgi odağında olmuştur. Fakat son yıllarda Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarında yer alan ülkelerle ilişkileri önemli ölçüde ilerleme kaydetmiştir ve yeni bir evrenin başlangıcı olacağını göstermektedir. Bu süreç, 2001 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmasıyla başlayan yeni bir küreselci evre olarak önce enerji ve ekonomi alanlarında gerçekleştikten sonra siyasi, kültürel ve askeri alanlara eğilmiştir. Çin’in yüksek ekonomik büyüme ve gelişmeye sahip olması, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da bulunan enerji kaynaklarına ihtiyacını da önemli ölçüde artırmıştır ve uzun bir süre Çin-Orta Doğu ve Çin-Kuzey Afrika ülkeleri ilişkileri enerji politikaları bağlamında önem taşımıştır. Bunun yanı sıra Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki rolüyle ilgili yapılan birçok araştırma ve analiz bu ülkenin ekonomik politikalarına odaklanırken; Çin’den sadece ekonomik çıkar merkezli hareket eden bir ülke görünümü sunmaktadır. Ekonomi, siyaset ve kültür alanları arasında karşılıklı etkileşim ve küreselci-yayılmacı ekonominin doğası gereği sadece ekonomi alanına sınırlı kalmayacağı gerçeği dikkate alındığında Çin’in siyaset, kültür ve askeri alanlarda da kaçınılmaz olarak küreselci-yayılmacı politikalar geliştireceği ileri sürülebilir. Bu analizde Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerine yönelik siyasal, kültürel ve askeri amaçları ele alınırken yakın dönem faaliyetlerinin ana hatları üzerinde durulmuştur.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgeleri, uzun bir süre Batılı güçler özellikle de ABD, Fransa ve İngiltere’nin ilgi odağı olmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bölge jeopolitiğini Soğuk Savaş koşulları belirlerken; SSCB’nin dağılmasından sonra ABD hegemonyası en önemli belirleyici faktör olmuştur. Son dönemlerde ise tek kutuplu dünya düzeni yeni bir anarşik ve karmaşık durum ortaya çıkarmakla birlikte, yeniden bir küresel dengenin oluşması sancılarını yaşamaktadır. Tekrar yeni bir iki kutuplu ya da çok kutuplu bir düzenin tesis edilmesi yönünde ilk değişim olarak ABD’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki hegemonyasının zayıflamakta olduğu ve dolayısıyla dengeci güç boşluluğunun oluşmasının emareleri görünmektedir.
ABD’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da etkinliğinin zayıflaması, Çin’in bölgedeki nüfuzunun artmasına elverişli koşullar oluşturmuştur. Bu doğrultuda Çin açısından Orta Doğu ve Kuzey Afrika jeopolitiğinin en cazip yönü, ABD hegemonyasının zayıflamasından doğan boşluğu doldurmak olmuştur. Burada Çin’i ABD ile farklılaştıran nokta ise bölge güvenliğine bakışıdır. ABD’nin bölgesel varlığına meşruiyet kazandırmak için kullandığı en önemli söylem güvenlik söylemi olmuştur. Fakat Irak, Suriye, Afganistan, Libya ve Yemen örneklerinde beklenilen güven ve istikrarı temin edememiştir. Bu da bölgesel varlığını meşruiyet kriziyle karşı karşıya bırakmıştır. Çin’in ise bölgesel varlığını artırmadaki yavaş ve sessiz ilerleyişi, ikili ve üçlü bölgesel ittifaklara dayalı olarak gerçekleşmektedir ve herhangi bir güvenlik ve istikrar vaadi vermekten kaçınmaktadır.
Çin’in ekonomik ilişkileri ön plana alması ve güvenlik söylemi üzerinde durmaması güvenlik-askeri boyutu göz ardı ettiği anlamına gelmemektedir. Nitekim son yıllarda Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki askeri varlığı önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Burada Çin için önemli olan husus, küresel sorumluluğu olan süper güç bir ülke görünümü sunmaktan ziyade; ekonomik çıkar elde ettiği bölgelerde sürdürülebilir ve istikrarlı bir güvenli jeopolitik uzam oluşturmaktır.
Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki askeri varlığının gelişmesi konusunda dikkat çeken husus, ABD ve diğer ülkelerin aksine, propaganda ve siyasal gürültüden uzak durarak dikkat çekmemeye çalışmasıdır. Bu doğrultuda ve ilk aşama olarak bölge ülkeleriyle ortak tatbikatların yapılması, ortak devriyeler, danışmanlık ve ortak askeri istihbarat platformların oluşturması üzerine yoğunlaşmıştır. Böylece dünyaya herhangi bir ülkede askeri üssü olmadığı ve diplomatik ilkelerinde nüfuz alanını genişletme kavramına yer olmadığını lanse etmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Çin’in 2017-2020 yılları arasında Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine silah satışı 2013-2017 yıllarına göre yaklaşık %40 artmıştır ve bölge ülkelerin elinde bulunan İHA ve SİHA’ların önemli bir bölümü Çin’den ithal edilmiştir. Bir diğer ifadeyle bölgedeki iç savaşlar, askeri rekabetler ve istikrarsız durum, Çin için cazip bir pazar oluşturmuştur.
Çin silahlarının bölgedeki en önemli müşterileri BAE, Irak ve Mısır olmuştur ve son yıllarda Cezayir, İran ve Suudi Arabistan’ın bu ülkeden aldığı silahlar hızlı bir artış göstermiştir. Öte yandan Çin, Suudi Arabistan’la da 2017 yılında Çin ile 60 milyar dolarlık bir anlaşma yaparak CH4 İHA üretimi fabrikasının Suudi Arabistan’da kurulması konusunda ortak karara varmışlardır. Çin’in Suudi Arabistan ile ortak askeri tatbikatları ve güvenlik ilişkileri bu Kızıl Deniz jeopolitiğini bu ülke üzerine açmıştır [1]. Bunun yanı sıra İran ile Umman Denizi’nde ortak askeri tatbikatlar yaparak hem Hint Okyanusu ve Umman Denizi jeopolitiğinde hem de Basra Körfezi’nde etkin olmaya çalışmıştır [2]. Çin’in askeri alanda silah satışı ve ortak tatbikatlar bağlamında geliştirdiği ilişkiler, sert güç göstergesi olmaktan ziyade; yumuşak gücünü geliştirmesinin önemli bir göstergesi olmuştur.
Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki sessiz yumuşak askeri ilerleyişine benzer bir süreç ve belki de askeri ilerleyişten daha hızlı bir şekilde gelişen değişim Çin’in kültürel etkinliğini artırmaya yönelik çabaları ve faaliyetleridir. Çin’in yumuşak nüfuzunu artırma çabası olarak tanımlanabilecek bu ilerleyişinin temelini Konfüçyüsçülük oluşturmaktadır. Nitekim Çin Halk Cumhuriyeti devletine bağlı Konfüçyüs Enstitüsü açıldığı 2004 yılından günümüze son 16 yıl içinde dünyanın 154 ülkesinde 548 temsilcilik açmış, 2020 itibarıyla 2 milyon 700 bin kişiye Çin dilini ve kültürünü öğretmiştir [3].
Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde bulunan ülkelerle ilk resmi kültürel teması 1995 yılında yapılan Bandung Konferansı sonrasında gerçekleşmiştir. Endonezya'nın Bandung kentinde 18-24 Nisan 1955 tarihinde gerçekleşen ve Bağlantısızlar Hareketi’nin bir parçası olan bu konferans, Çin’e önemli fırsatlar sunmuştur. Nitekim bu tarihten sonra Çin’den Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yaşayan insanlara olumlu bir imaj yaratmak Çin’in kültür diplomasinin temel bileşenlerinden birine dönüşmüştür.
Kültürel açıdan dil, medeniyet, sanat, din ve eğitim birimleri Çin’in en önemli yumuşak güç enstrümanlarını oluşturmaktadır. Çin, kültürel nüfuz alanını genişletmekle ekonomi ve dış ticarette diğer küresel aktörlerle özellikle de ABD ile olan rekabetini uzun vadede kültürel alanda da devam ettirmeği amaçlamaktadır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri içinde Çin’e Konfüçyüs Enstitüsü açmaya olanak sağlayan ilk ülkeler İran ve Birleşik Arap Emirlikleri olmuştur. İran’da ilk Konfüçyüs Enstitüsü 2009 yılında Tahran Üniversitesi’nde ve BAE’de 2010 yılında Abu Dabi Üniversitesi’nde açılmıştır [3]. Bu tarihten sonra toplam 14 Konfüçyüs Enstitüsü bölgede açılmıştır. Bunun yanı sıra 2004-2016 yılları arasında Çin üniversitelerinde eğitim gören Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri vatandaşlarının sayısı %26 artış gösterirken; bölge ülkelerinde eğitim gören Çinli öğrenci sayısı %21 artmıştır. Çin’in Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelik yürüttüğü diaspora faaliyetlerinin merkezi ise BAE olmuştur. Zira Abu Dabi, Çin’in bölgeye yumuşak ilerleyişinin ana üssüne dönüşmüştür.
Sonuç olarak 2004 yılından sonra Çin’in dış politikasında belirginleşmeye başlayan ve yıllık 10 milyar ABD Doları bütçe tahsis edilen kültür diplomasisi ve yumuşak güç politikası, 2009 yılından sonra Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde de hissedilmeye başlanmıştır. Çin’in kültürel ilerleyişinin temelini Çin dili, sanatı ve dini oluştururken; söz konusu faaliyetler daha çok Konfüçyüs Enstitüleri üzerinden gerçekleştirilmektedir.