Rusya-Ukrayna Krizi
Yazar Gönül Şamilkızı ile Kerç Boğazı’ndaki Rusya- Ukrayna Çatışmasını, Ukrayna Kilisenin Bağımsızlık kararını ve Rusya’nın işgaliyle başlayan süreçte, Kırım Türklerinin durumu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: Dr. Sinan Demirtürk
“Rusya’nın aslında bu anlamda Ukrayna’ya yaptığı en büyük iyilik Ukrain bilincinin geliştirilmesi olmuştur. Bu sadece batısında değil Ukrayna’nın doğusunda da ilerlemeye başladı. Rusya’nın her saldırganlığında Ukrainler, Ukraynalılık bilinci etrafında toplanıyor ve buna sarılmaya başlıyorlar. “
Rusya’nın tarihsel süreçte izlediği Karadeniz ve Baltık siyasetinin esasları nelerdir? Yayılmacı boyutuyla geleneksel Rusya siyasetini değerlendirir misiniz?
Bu çok geniş kapsamlı ve daha ziyade tarihçilerin ve akademisyenlerin genel boyutuyla ele alması gereken bir soru ama aynı zamanda bugün bölgede eski Sovyet coğrafyasında ve Ukrayna ekseninde yaşanan olayların da arka planı bu soruda saklı. Temel itibarıyla soru, Rusya’nın neden özellikle bu bölge üzerinde bu kadar yoğunlaşmış durumda olduğudur. Eski Sovyet coğrafyası uzmanlarının ve bu konuda akademik çalışmalar yürüten herkesin bildiği bir gerçek vardır ki Rusya için Eski Sovyet coğrafyasında ilki Baltık ülkeleri, ikincisi Ukrayna olmak üzere iki öncelikli bölge vardır. Bu iki bölge Rus dış politikasının kırmızıçizgileri içerisindedir. Özellikle de bu coğrafyada, Doğru Avrupa’da ve genel olarak Putin’in de hayali olan Avrasya’da, Baltık Ülkeleri ve Ukrayna Rusya için olmazsa olmazdır.
Her ne kadar bugün Baltık Ülkeleri NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmaları sebebiyle Rusya Ukrayna’daki gibi orada daha rahat hareket edemiyorsa dahi bu ülkeler her halükarda önemli hedefler sırasındadır. Çünkü Baltık Ülkeleri ve Ukrayna gerek coğrafya, gerek strateji ve gerekse tarihi açıdan Avrupa ile Rusya arasında sıkışmış bir noktadalar. Bir sınır oluşturuyorlar ve bu ülkelerin eksenlerinin Batı’ya doğru kayması Rusya’nın her zaman tarihsel süreç boyunca hayalini kurduğu büyük imparatorluk hayallerine aykırıdır. Bundan dolayı Rusya tabidir ki her zaman bunun önünü almaya çalışacaktır. Her ne kadar bugün Baltık ülkeleri istikrar içerisinde görünüyor olsa dahi onların da Rusya’ya karşı gerek tarihe dayanan gerekse de son dönemlerdeki reel tepkilere dayanan bir endişeleri söz konusudur. Özellikle Gürcistan, Moldova, Azerbaycan ardından da bariz şekilde yakın tarihte Ukrayna’da yaşanan olaylardan sonra Baltık ülkeleri NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmalarına rağmen bu tehdidi daha yakından hissetmekteler.
Çünkü Rusya, açık söylemek gerekirse, bu coğrafyada Batı’dan ve Avrupa Birliği’nden daha iyi çalışmış ve tabi ki Rusya açısından yetmiş yıllık Sovyet Dönemi’nin uygulamalarının getirdiği avantajlar söz konusu. Rusya bu yılları kendi açısından çok iyi değerlendirerek bu bölgelere kendi dinamiklerini çok sağlam bir şekilde yerleştirmiştir. Buna karşın Avrupa Birliği’nin ve Amerika’nın bu bölgede bahsettiğimiz dinamikleri mevcut değil. Burada, Rusya’nın üzerinde yoğunlaştığı Ukrayna’da, Gürcistan’da, Baltık Ülkeleri’nde ve hatta zaman zaman Kazakistan’da tehdit unsuru olarak kullandığı Rus toplumu faktörünü göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca bu ülkelerde Sovyet Dönemi’nden başlayarak ve hala devam eden ordu ve güvenlik güçleri üzerinde olan istihbari etkilerini de eklemek gerek ki bu en son Ukrayna örneğinde görülmüştür.
Kırım’daki Ukrayna ordusunun yaklaşık 20,000 askerinden sadece 6,000 askerin Ukrayna’ya dönüşü yaşandı. Bu durum Ukrayna’nın Rusya ile savaş pozisyonuna geldiğinde, savaşacak askerinin çok küçük bir oranda kaldığı gerçeğini ortaya çıkardı. Bunlar Rusya’nın, bu coğrafyalara kendi açısından çok sağlam dinamikler yerleştirmiş durumda olduğunu göstermektedir. Elbette Rusya, bunu kendi yayılmacı politikasının esasları temelinde çok sağlam ve acımasız bir biçimde uluslararası hukuku, insan haklarını hiçe sayarak rahatlıkla kullanıyor. Avrupa ve Batı ise bunu bu coğrafyada yapamıyor. Avrupa ve Batı’nın da bu coğrafyaya yönelik birtakım hayalleri, planları var ama bu hayaller ve planlar sağlam temellere dayanmıyor ve bu planlar özellikle Eski Sovyet coğrafyaları içerisinde bir hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. En son Ukrayna örneğinde bu görülmüştür. Avrupa Birliği’nin Ukrayna’nın Avrupa Birliği’ne entegrasyonu konusunda verdiği sözlerin arkasında duramadığı, reel destek olmadığı, reel destek olduğu zamanda da çok geç kalındığı görülmüştür. Bu süreçte Ukrayna’da Rusya Kırım’ı işgal etmiş ve Ukrayna’nın doğusunda da işgal planlarını gerçekleştirmeye başlamıştı. Bence Avrupa Birliği, Batı; Eski Sovyet coğrafyasında bu nüfuz savaşında ve çok farklı taktikler kullanıyor ve Rusya’nın kullandığı taktikleri anlamıyor. Yeni yeni fark ettiği unsurlar var ama bu durum onun bu bölgede en az on-on beş yıl Rusya’nın gerisinden gelmesine sebep oluyor. Avrupa Birliği kafasını kaldırıp ne olduğunu anlamaya çalışıncaya kadar Rusya bir bölgeyi işgal edip yasal olmayan yollarla uluslararası hukuka aykırı bir şekilde kendisine bağlıyor. Rusya, bu işgal politikasını diğer bölgelere doğru yaymaya çalıştıktan sonra Avrupa Birliği uyanmaya, endişelerini ifade etmeye başlıyor. Bu bölgelerin hepsinde Azerbaycan’da, Gürcistan’da bunlar görüldü, şimdi de Ukrayna’da Baltık’ta görülüyor.
Aslında Baltık ülkeleri yıllardır NATO’nun reel olarak kendi ülkelerinde askeri olarak güçlenmesini istiyorlar. Özellikle Kaliningrad’da Rusya’nın S-400 gibi sistemlerini güçlendirmesi, askeri varlığını sürekli canlı tutması, tehdit unsuru olarak orada bulunması, Baltık ülkelerinin hava sahasını kullanması ve Rus askeri uçaklarının taciz etmesi sebebiyle Baltık ülkeleri NATO’nun burada askeri olarak güçlenmesini yani silahlarını arttırmasını talep ediyorlar ki oldukça haklı bir istek. Genel olarak dışarıdan bakıldığında bu tehdit bir paranoya olarak görülebilir ama bu insanlar bunu derinlerinde yaşamış insanlar. Biliyorsunuz Baltık bölgesi Sovyet işgalinden sonra Rusya’ya en çok direnen bölgedir
Estonya’da 1960’lı yıllara kadar yani düşünün 1920’li yıllardan 1960’lı yıllara kadar devam eden aktif bir direniş var. 1960’lı yıllardan sonra da 1990’lı yıllara Baltık Ülkeleri’nde Rusya’ya karşı kadar pasif hale gelen bir direniş söz konusudur. Günümüze geldiğimizde de yine özellikle Estonya ve Letonya’da Rusya, Rus azınlığı kullanmaya çalışıyor çünkü Litvanya’da daha az Rusların sayısı Letonya’da ve Estonya’da daha fazla. Rusya burada onu aktif olarak kullanmaya çalışıyor. Litvanya’da ise farklı bir uygulamayı devreye sokuyor. Burada da Lehlerle Litvanyalılar arasındaki tarihi, siyasi anlaşmazlıkları canlı tutarak orada bir bölünme oluşturmaya çalışıyor. Rusya bu bölgelerde Baltık Ülkeleri’nin NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmasıyla birlikte asla bu bölgelerden elini ve gözünü çekmiş değil. Bu bölgelerde sürekli varlığını yayılmacılığını canlı tutmaya çalışıyor ve bu bölgelerde de reel bir tehdit unsuru oluşturuyor.
Rusya ve Ukrayna toplumlarının/devletlerinin tarihsel süreçlerde farklılaşması ve karşıtlıklarının sebepleri hakkında bilgi verir misiniz?
Bu konu tarihi derinliği olan ve bölgeyi tarihsel açıdan çok iyi incelemiş tarihçilerin cevap vermesi gereken bir soru. Ben kendi deneyimlerimden, incelediklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak bir gazeteci gözüyle özet yapabilirim. Özellikle Türkiye’de ve Eski Sovyet coğrafyasının biraz daha dışından bakanlarda genel yaklaşım Ruslarla Ukraynalıların hatta Belarusların aynı halk, aynı ırk olduğu dolayısıyla bunların arasında pek bir fark olmadığı yönündedir. Hatta zaman zaman ‘Bunlar zaten aynı halk, niye anlaşamıyorlar niye kavga ediyorlar?’ yönünde basit soruları da görmek mümkün. Gerçek ise her ne kadar yakın milletler olsalar dahi ve her ne kadar ırk, din, coğrafya açısından yakınlıkları bulunsa da Ukrayna ve Rus halklarının farklı halklar olduğudur. Öncelikle mantalite olarak çok farklılar. Bu durumu oluşturan öğelerin köklerinde birçok sebep var. Ukraynalılar özellikle de Eski Kiev Rus Devleti’nin, Rusya ile hiçbir bağının olmadığını, daha doğrusu eskiden Ukrain Devleti olarak Rus topraklarında kurulduğunu iddia ederken Ruslar, bunun tam tersini iddia ediyor.
Fakat bu bir gerçeklik ki Ukrainler, mantalite olarak, Ruslarla aynı halk değiller. Ukrayna’nın doğusu ve Kırım’ı mantalite olarak, Kırım-Tatar halkını bir kenara koyarak söylüyorum, Kırım’daki Ukrainler, Ruslar ve Ukrayna’nın doğusundaki halklar Rusya ile neredeyse aynı millet denebilecek kadar ortak mantaliteye sahipler. Zaten buralarda Rus çoğunluğu söz konusudur ki bu Rusya’nın uzun yıllar boyu bilinçli olarak yürüttüğü bir politikanın sonucudur. Özellikle Stalin döneminde Ukrayna’nın Ruslaştırılması çok acımasızlıkla yürütülen bir politika.
İstatistiklere baktığımız zaman 1930’lu yıllarla 1990’lı yılları karşılaştırdığınız zaman Kırım özelindeki nüfus değişiminin tanığı oluyorsunuz. Tüm bu istatistikler Rusların buradaki halkları Ruslaştırma politikasını gösterir. Aynı politika Ukrayna’nın doğusu için de geçerli. Özellikle 1930’lu yıllarda çok ciddi bir Rus nüfusunun Ukrayna topraklarına yerleştirilmesi ve bu bölgenin Ruslaştırılması söz konusu. Rusya bu bölgede, Ukrayna’da çok ciddi bir şekilde çalışmış . Fakat Ukrayna’nın batısına doğru gidildikçe yapının farklılaştığı hissedilir. Mesela Lviv’e, Vinnitsya’ya, İvano-Frankivsk’ya hatta Dnipropetrovsika’ya gittiğiniz zaman bir Donetsk’ten, Kharkiv’den çok farklı hissedersiniz.
Ukrayna’nın batısındaki halk daha Avrupai’dir. Özellikle Polonya’nın, Macaristan’ın, Avusturya’nın etkisi bu bölgelerde çok büyük. Ancak şu bir gerçektir ki bu ‘bölünmüşlük’ Ukrayna’nın mantalite olarak doğusunda ve batısındaki stratejik tercihleri üzerinde de etkili oluyor. Bugün, Ukrayna’nın batısının Avrupa Birliği’ne entegrasyondan yana ezici çoğunluğa yakın olduğunu görüyoruz. Ukrayna’nın doğusunun da aynı oranla ya tamamen nötr kaldığını ya da Rusya yanlısı bir politika çizdiğini görüyoruz. Ukrayna’nın doğusunda sürekli Rus televizyonlarının propaganda bombardımanlarının etkisi altında olan, bir nevi zombileşmiş ve ne söylense her türlü yalana inanabilen, büyük kardeş Rusya’nın gelip onları kurtarabileceğine inanan bir kitle var. Ama batısına gittiğiniz zaman bunu görmeniz mümkün değil. Özellikle de 2000’li yılların başlarından itibaren ve daha da çok 2014’teki Kırım’ın işgalinden sonra bunu Ukrayna’nın batısında görmeniz mümkün değil. Rusya’nın aslında bu anlamda Ukrayna’ya yaptığı en büyük iyilik Ukrain bilincinin geliştirilmesi olmuştur. Bu sadece batısında değil Ukrayna’nın doğusunda da ilerlemeye başladı. Rusya’nın her saldırganlığında Ukrainler, Ukrain bilince etrafına toplanıyor ve buna sarılmaya başlıyorlar.
Son dönemde Ukrainler, kilise üzerinden de bağımsızlıklarını sağlamaya, ilan etmeye çalışıyorlardı ve bugünlerde bu durum gerçekleşti. Şu an Ukrayna’da iki Ortodoks Kilisesi var. Biri Kiev patrikliği bu daha batı yanlısı çizgiyi savunan bir kilise. Diğeri de Ukrain Moskova Patrikhanesi’ne bağlı, Rus Ortodoks Kilisesine bağlı Ukrayna Kilisesi. Bu da tabii ki Kremlin’in oradaki bir şubesi olarak faaliyet gösteren bir kilise. Rusya’nın oradaki bu yayılmacı politikası kilise bazında bile kendini gösteriyor. Ve son yıllardaki istatistikler Ukrayna’da yaşanan bu gerilimlerle birlikte Batı yanlısı çizgiyi savunan ve Ukrayna’da bağımsız kiliseyi savunan Kiev Rus Patrikliği’nin mensuplarının sayısının arttığını gösteriyor. Rusya her ne kadar orada kilisenin çok parası olmasına, oradaki propaganda faaliyetlerini yürütmesine rağmen bu saldırganlığı nedeniyle oradaki mensuplarının sayısında bir azalma söz konusu.
Tam tersi Kiev Rus Patrikhanesinin mensuplarının taraftarlarının sayısında ise bariz bir artış söz konusu. Dolayısıyla Rusya ne kadar çaba gösterirse göstersin her saldırganlığında Rusya, Ukrayna’yı bir o kadar kaybediyor. Her saldırganlığında Ukrain halkıyla Rus halkı arasındaki farkları da bir o kadar ortaya koymuş oluyor. Ukrain halkının mantalite olarak farkını ortaya koyması bugünlere özel bir durum değil. Biliyorsunuz 1920’li yıllarda Bolşevik Çar Rusyası’nın dağılmasıyla birlikte Ukrayna’da aslında bağımsız bir devlet kuruluyor. O devletin üzerine kurulduğu temeller, yani Ukraincilik, Ukrain toplumu, kendini Rus toplumundan ayırma bilinci üzerine kurulmuş bir devlet. Bugünkü Ukrayna’da Ukraincilerin, Ukrayna milliyetçilerinin gerçekleştirmeye çalıştığı şey o. Milliyetçiler derken parantez açmak gerekiyor radikallerden bahsetmiyoruz. Ukrain bilinci etrafında birleşmeye çalışan topluluktan, halktan bahsediyoruz. Özetlemek gerekirse, bana göre, Rus toplumu ile Ukrayna toplumu arasındaki en temel fark Ukrainlerin hoşgörülü oluşudur.
Kerç Boğazı ve Karadeniz’de başlayan Ukrayna ve Rusya çatışmasının sebepleri nelerdir?
Kerç Boğazı’nda yaşanan kriz aslında Rusya’nın 2013 senesinin sonundan 2014’ün başlarından itibaren hatta biraz daha eskiye gidersek 1990’lı yıllardan ve 2000’li yıllardan beri ayrı aşamalarda yürüttüğü ve 2014’ten itibaren hibrit savaşa dönüştürdüğü savaşın uzantısıdır. Bu ayrı bir münferit olay değil, geçmişten gelen savaşın devamıdır. Rusya’nın Ukrayna’da 2014’ten beri yürüttüğü karasal savaşın denize taşınmasıdır.
Rusya, burada Ukrayna’ya, Avrupa’ya, bölge ülkelerine dolayısıyla tüm dünyaya ‘Sadece karada değil denizde de efendi benim!’ mesajı vermek istiyor. Azak ve Kerç Boğazı’nın kullanımına ilişkin anlaşma 2003 senesinde patlak veren bir krizle ortaya çıkıyor. Karadeniz üzerinde bulunan Tuzla diliyle Rusya ve Ukrayna arasında bir çatışma yaşanmıştı. Neredeyse sıcak savaşın eşiğine gelmişlerdi. Hatta uzmanlar tarafından Rusya ile Ukrayna arasındaki mevcut gerilimin veya Rusya’nın Ukrayna’yı işgal planında bir antrenmanı olarak değerlendiriliyor bu Tuzla meselesi. Tuzla Krizi o zaman birkaç hafta boyunca devam etmişti. Rusya’nın şimdiki gibi Kırım’da yaptığı ‘Eskiden burası benim’ iddiasına dayanarak Kerç’te denizi kumla doldurma çabası söz konusuydu. Fakat Ukrayna burada tepki gösterince karşı karşıya geldiler ve orada Avrupa’nın, Batı’nın da müdahalesiyle Rusya geri adım attı ve bir anlaşma sağlandı.
Bu anlaşmanın altında Putin’in imzası bulunuyor. Putin’in imza attığı Azak ve Kerç Boğazı’nın ortak kullanımına ilişkin anlaşma o zaman imzalandı. Tuzla Krizi’nin aşılması sonucu imzalanan bu anlaşmaya göre Ukrayna ve Rusya, Azak Denizi’nden ve Kerç Boğazı’ndan birbirine bildirimde bulunarak buraları kullanabilir. Bu anlaşma henüz yürürlülükten kaldırılmış değil. Henüz tarafların hiçbirisi bu anlaşmadan vazgeçmiş de değil. Dolayısıyla Ukrayna gemilerinin de, Rus gemilerinin de Azak Denizi’nde ve Kerç Boğazı’nda gezmeleri bu anlaşma çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Fakat 2014 senesinde Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesiyle birlikte burada fiili bir uluslararası hukukun rafa kaldırılması söz konusu. Şöyle ki Rusya, Kırım’ı işgal etmesiyle bu toprakları kendi toprakları olarak görüyor. Ukrayna da haklı olarak işgal altındaki toprağı kendi toprağı olarak görüyor. Fakat bu arada Kerç ve Azak’ın kullanılmasına ilişkin anlaşma hala yürürlülükte, kaldırılmış değil. 2014’ten itibaren Rusya ‘ Hayır kardeşim, bu topraklar benim. Anlaşmayı da yürürlülükten kaldırdım’ dese bu hukuksuz olurdu ama bugünkü çatışma için bir gerekçe olurdu. Böyle bir şey söz konusu değil ve 2014’ten itibaren Ukrayna gemileri bu boğazı ve bu güzergâhı takip ederek faaliyetlerini gerçekleştiriyor. Hatta en son Eylül ayında Ukrayna’nın iki savaş gemisi Kerç Boğazı’ndan geçmiştir ki sadece bildirimde bulunarak geçmiştir. Burada Rusya propagandası çalışıyor ve bazen ne yazık ki Türkiye’de de uzmanlar zaman zaman bunu ‘ Rusya’nın sınır ihlali’ olarak değerlendiriyor. Bu tamamen hatalı bir yaklaşımdır. Çünkü burada bu anlamda izin söz konusu değil bildirim söz konusu.
Yani Ukrayna Rusya’ya ‘Ben şu gün, şu saatte boğazdan geçeceğim’ diye bildirimde bulunuyor. Ve son krizde de bu bildirimde bulunulmuş. Fakat Rusya bu sefer farklı bir argümanla ‘Bildirimde bulunulmamış, izin alınamamış’ gibi gerekçelerle Ukrayna gemilerini vurdurmaya ve Ukrayna gemilerine ateş ettirmeye kadar olayı vardırdı. Aslında Rusya, 2014’ten itibaren Ukrayna gemilerinin o boğazı kullanmasında zaman zaman sorunlar yaratıyor. Gemileri bekletiyor, geçişini geciktiriyor. Fakat bunu bu tür saçma gerekçelere dayandırmıyor. Hiçbir gerekçe göstermeden veya sudan sebeplerle geçişini geciktirerek engellemeye çalışıyor. Ukrayna’ya ekonomik zarar vermeye ve taciz etmeye çalışıyor. Ukrayna da bunun üzerine en son bu dört yıl içerisinde biriken taciz girişimlerini bir araya getirerek uluslararası platformda bu konuyu gündeme taşımaya hazırlanıyordu.
Kerç Boğazı’nda ve Azak Denizi’nde, Rusya’nın bu tacizlerini uluslararası platforma çıkarmaya çalışıyordu. Bu esnada Rusya’nın saldırısı gerçekleşti. Rusya burada aslında ‘Ben her türlü hukuku hiçe sayarım, burada da o işgal girişimimi sürdürürüm’ mesajını vermiş oldu. ‘Gerekirse Mariupol Limanı’nı da işgal ederim, boğazı da kapatırım’ mesajını Dünya’ya vermeye çalıştı. Ukrayna da haklı olarak Dünya’nın buna karşı tepkisini sözde değil artık realitede olmasını gerektiğini söyledi. Ne yazık ki günümüze kadar bunu görmüyoruz. Rusya’nın bu saldırganlığını durduracak somut bir girişim, somut bir adım görmüş değiliz. Dolayısıyla bu durumda söylenebilecek tek şey Rusya’nın bununla durmayacağıdır. Bugün Azak Denizi’ndeki bu kriz, belki biraz soğumuş olabilir veya soğuyabilir ama başka bir zaman, üç ay sonra beş ay sonra başka bir yerde patlayacaktır. Ukrayna kendi stratejik tercihinden vazgeçmediği sürece ki Rusya’nın saldırganlığı yüzünden vazgeçmesi çok zor, kesin biat etmediği sürece Rusya’nın bu bölgeden elini çekmesi mümkün değil. Bu kriz Azak’ta olmayacak, Karadeniz’de olmayacak başka bir yerde patlayacak.
Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla başlayan süreci değerlendirerek Baltık ve Doğu Avrupa’ya doğru Rusya’nın yürüttüğü genişleme siyasetini yorumlar mısınız?
Aslında İlk sorunun cevabında, bu sorunun cevabını da vermiş olduk. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı, Eski Sovyet coğrafyasında Rusya’nın yayılmacılık, işgal ve Doğu Avrupa’ya doğru ölçeği genişletirsek Avrasya’da yayılmacılık ve işgal politikasının bir dönüm noktasıdır. Daha öncesinde Rusya, Azerbaycan’da Karabağ’ın Ermenistan tarafında işgalinde öncü rol oynamıştı. Her ne kadar fiilen taraf olarak görünmeye çalışmasa dahi bu işgalin başrol oyuncusunun Rusya olduğunu herkes biliyor. Moldova’da da benzer girişimde bulunan Rusya, en kanlı savaşı Gürcistan’da yapmıştı. Fiilen Rusya, Gürcistan’a saldırmıştı ve Abhazya ve Güney Osetya’yı işgal etmişti. Bunların hiçbirisinde Rusya ‘Evet ben burayı işgal ettim, burası benim’ açıklamasını Kırım’da olduğu kadar açık bir şekilde ve hoyratlıkla yapmamıştı.
Hala Güney Osetya ve Abhazya her ne kadar ‘bağımsızlıklarını’ ilan etseler dahi Rusya’nın kendisi bile onların bağımsızlıklarını ilan etmesi noktasında -Rusya’nın kontrolü altında olsalar dahi- tereddütlü davranıyor. Kırım’da böyle yapmadı. Kırım’ı direkt işgal etti ve ‘Benim’ diyerek kendine bağladı. Bu Eski Sovyet coğrafyasında bir dönüm noktasıydı. Rusya’nın aslında nereye kadar gidebileceğinin de çok açık bir işaretiydi.
Bu açıdan Kırım’ın işgali çok önemsenmesi gereken bir konu. Mesela Rusya, Ukrayna’nın doğusunda da yapabilirdi fakat yapmadı. Donetskt’da ve Luhansika’da belli bir bölgeyi Rusya’nın güdümündeki ayrılıkçılar işgal etti. Daha doğrusu Rusya işgal etti ve ön vitrine de bu ayrılıkçı üç beş marjinal tipi çıkardı. Güya bağımsızlık ilan ettiler. Fakat Rusya bunların bağımsızlığını da tanımadı. Kırım’da bunu yapmadı. Kırım’da fiili bir işgal gerçekleştirdi. Bu işgal günlerinde her ne kadar bu yeşil adamların kendisinin olmadığını iddia etmeye çalışsa dahi işgalden kısa süre sonra Putin bu işgali gerçekleştirdiklerini kendi diliyle itiraf etti. Nitekim birkaç gün sonra da Kırım’ı Rusya’ya bağladı. Rusya’nın Doğu Avrupa’ya doğru genişleme politikasının ve Doğu Avrupa’ya yönelik tehdidinin ne kadar gerçekçi olduğunun somut bir örneğidir. Uzmanların da stratejistlerin de Rusya’nın bu bölgedeki yayılmacılığına ve bu bölgedeki işgal politikasını değerlendirirken bu açıdan Kırım işgalinin, Kırım krizinin üzerinde çok daha fazla durmaları gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki özelliklede Türkiye’de bunu çok az görüyoruz. Biz Kırım konusunda çok eleştirel yaklaşıyoruz Ukrayna ne yaptı, Dünya ne yaptı diye.
BM’nin öyle veya böyle Kırım’ın işgaliyle ilgili BM Güvenlik Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, Avrupa Mahkemesi’nin kararları ve yaptırımları var. Konuya ilişkin olarak özellikle Ukrayna’da yapılan çalışmalar, çok iyi raporlar, kitaplar, akademik tezler var. Türkiye’de ise neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysaki en fazla çalışmanın olması gereken ülke Türkiye’dir. Gerek coğrafi açıdan, strateji açıdan gerekse de orada yaşayan, sayısı yaklaşık olarak 400,000’ni bulan Kırım Tatarları açısından Türkiye’deki özellikle de akademik çevrenin, araştırmacıların, analistlerin daha çok üzerinde durması gereken bir konudur.
Zaman zaman eleştiriler yöneltiliyor ama devlet olarak Türkiye, Rusya’nın Kırım’ı işgal ettiği günden itibaren bir çizgide duruyor ve o çizgiyi sürdürüyor. Yani işgali tanımıyor, bulunduğu her platformda belki çığırtkan bir ifadeyle yapmıyor bunu ama Rusya’nın oradaki işgalinin uluslararası hukuka aykırı olduğunu ifade ediyor. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana tavır sergiliyor. Belki bu, üzerinde çok durulmadığı için incelenmediği için bilinmiyor. BM’de kabul edilen tasarıların neredeyse tamamının arkasında Türk heyetinin çok ciddi çalışmaları var. Türk heyeti, tasarıları hazırlayan en önemli heyetlerden birisidir.
Türk Devleti aslında bu çizgisini sürdürüyor. Aynı zamanda da Rusya’yla ilişkilerini iyi götürerek en azından Kırım Tatarlarına insani yardım noktasında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Geçen sene Ahdem Çiğgöz gibi bazı isimlerin serbest bırakılması Türkiye’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın girişimleriyle mümkün oldu. Bizim bildiğimiz veya bilmediğimiz girişimler söz konusu. Mesela Kırım Tatarları’nın oradaki işgal altında yaşayan insanların durumlarının biraz daha iyileştirilmesi yönünde bir çaba söz konusudur. Ne yazık ki Türkiye’deki akademik çevre ve basın Kırım konusunda sınıfta kalmış durumdadır. Hiçbir ciddi tez yok, birkaç vicdanlı akademisyeni tenzih ederek söylüyorum, Kırım derneklerinin yaptığı birkaç çalışma dışında bir araştırma yok, bir rapor yok. Bu hakikaten de iç acıtıcı bir durum.
2014’te başlayan işgalden bugüne kadar Kırım Türklerine yönelik Rus politikası nasıl oluştu bilgi verir misiniz?
2014’te başlayan işgalden sonra Rusya’nın Kırım Türklerine yönelik politikası aslında asrın başlarında yürütülen ve Stalin Dönemi’nde de sürgün gibi bir faciayla sonuçlanan politikadan çok farklı değil. Bunu net bir şekilde ifade etmek gerekiyor. Kırım işgal edildiği esnada ben oradaydım ve Rusya’nın o sırada Kırım Türklerine yönelik çok ciddi vaatleri vardı. Hatta o vaatler açıklandığı zaman, işgal esnasında, ben bile bunu ifade etmiştim. O zaman benim bu kadar beklentim yoktu. Sadece ben vaat bazında ifade etmiştim ama Türkiye’de hatta Kırım Türkleri’nin kendi içerisinde, Kırım’da bu vaatlerden çok ciddi heyecan duyan bir kitle vardı.
Çünkü Rusya’nın yetmiş yıl içerisinde Kırım Tatarları’nın hiç hayal bile edemeyeceği bir vaat söz konusuydu açıklanan kararnamede. Kırım Türkleri’nin, sürgünden sonra gerçekleştirdikleri direniş harekâtında yer alan taleplerin neredeyse tamamı Putin’in o kararnamesinde vaatler şeklinde yer almıştı. Temsilcilikten tutun parlamentoda yer ayrılmasına, Başbakan Yardımcılıklarının, Bakan Yardımcılıklarının, Kırım Türkleri’ne verilmesine, Kırım Tatarcası’nın ikinci resmi dil ilan edilmesine eğitimde, kültürde bir sürü atılımlara kadar inanılmaz vaatler vardı. Buna inanan veya inanmak isteyen artık işgal realitesini kabul edip en azından bu vaatlerle yetinmek isteyen insanlar da vardı.
Fakat o kadar kısa sürede bunun yalan olduğu, propaganda olduğu ortaya çıktı ki onun gerçekleşeceğine inanan insanların hayal kırıklığını kelimelerle anlatmak mümkün değil. Biliyorsunuz işgal sırasında Putin, Kırım Tatarlarının lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’yla bir telefon görüşmesi gerçekleştirmişti. Onun aracılığıyla Kırım Tatarlarını yola getirmeye, işgale karşı direnmemeleri için ikna etmeye çalışmıştı. Kırımoğlu’da Rusya’yı veya Putin’i bizlerden çok daha iyi tanıdığı için bunu kabul etmemişti. ‘Önce buradaki güçlerini çek, sonra konuşalım. Senin muhatabın Ukrayna Devleti’dir.’ mealinde bir cevap vermişti. O zaman çok eleştiriler vardı, hala daha zaman zaman duyuyoruz.
Kırımoğlu o zaman Putin ile daha iyi konuşsaydı veya bunların bir kısmını kabul etseydi böyle olmazdı diye. Fakat bu insanlar Kırım’da yaşanan diğer süreci gözden kaçırıyorlar veya görmek istemiyorlar. Mustafa Cemiloğlu o talepleri her ne kadar kabul etmese dahi sonraki aşamada, Putin’in o büyük vaatleri verdiği aşamada, Kırım-Tatar Milli Meclisi ve Kırım-Tatar halkının iradesine müdahil olmadı. Sadece bunların gerçekleşmeyeceğini söyledi.. Zira Kırım-Tatar Milli Meclisi’nde bazı isimler ‘Acaba bu vaatler gerçekleşir mi? Halkımıza buradan bir umut doğar mı?’ umuduyla Kırım’daki Rus otoritesiyle sınırlı bir iş birliğini kabul ettiler.
Kırım-Tatarlarının iki temsilcisinin başbakan yardımcısı olmasını meclis kararıyla kabul ettiler, ‘Bir deneyelim bakalım’ dediler. O kadar kısa sürdü ki, bir ay içerisinde o başkan yardımcısının biri istifa etmek zorunda kaldı daha doğrusu atıldı, diğeri biat ettirildi ve verilen vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Kırım Tatarcası resmi dil ilan edilecek denildi ama ertesi gün Kırım-Tatar Parlamentosu’nun önünde Ukraince Kırım Tatarca yazılar, levhalar kaldırıldı. Okullar neredeyse çalışamaz duruma getirildi. Ukraince ve Kırım Tatarca eğitim veren okullarda öğretmenler, ebeveynler tehdit edilmeye başlandı.
Kırım Tatarları’nın 1990’lı yıllarda Kırım’a dönüşleriyle başlattıkları mücadelede elde ettikleri kazanımların işgalden sonra neredeyse tamamen ortadan kalktı. Kırım Tatarları’nın dişiyle tırnağıyla kurduğu evler bile bugün tehdit altında. Yasadışı ilan edilerek yıkılmakla tehdit ediliyorlar. Biz Türkiye’de dışarıdan gelen ölüm haberlerini, kaçırma haberlerini, evlere baskın haberlerini duyuyoruz. Bunun dışında daha vahim olan bir baskı söz konusudur. Bu baskıyı onlar her yerde hissediyorlar. Okullarda hissediyorlar, gittikleri hastanelerde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerinde hissediyorlar, çalıştıkları kurumlarda hissediyorlar. Hatta çocuklarını gönderdikleri kreşlerde bile hissediyorlar.
Ukraince konuşmanın veya Kırım Tatarcası konuşmanın neredeyse suç sayılacağı bir ortamda yaşıyor bu insanlar. Rus komşunun, Kırım-Tatar komşuyu ihbar ettiği bir ortamda yaşıyorlar. Öyle bir ortamda, öyle bir mahallede yaşadığınızı düşünün. Sabah hangi kapının çalınacağı, hangi eve baskın yapılacağını bilmeden ve geceleri bunun endişesiyle uyuyarak geçiriyorlar. En son Kırım’da Edem Bekirov’u gözaltına aldılar. Adam hasta, düzenli olarak ilaçlarını alması gerekiyor fakat gözaltına alınıyor, hapse atılıyor, orada ölüm tehdidiyle karşı karşıya yaşıyor. Çünkü o insanın orada tedavi görmeden, ilaçlarını almadan hayatına devam etmesi mümkün değil. İnsanlar ölümüne cezalandırılıyor. Bunların hepsi de nispeten daha aktif olan insanlara ders olsun diye yapılıyor.
Bugün yüzlerce Kırım Tatarı, Kırım dışına çıkıp geri dönememe tehdidi altında yaşıyor. Çünkü Kırım dışına çıktığında ayrı sorgulanıyor, dönüşte ayrı sorgulanıyor. Birçoğu da dönünce hapsolacağı endişesiyle dönemiyor. Kırım’ın dışında yaşıyor. Bu insanların birçoğu sürgün hayatı yaşıyor, sürgüne zorlanıyor. Ve bu insanların hepsinin Kırım’da bir bağı, aileleri, çocukları, anneleri, babaları var. O bağı koparamıyorlar doğal olarak ama aynı zamanda oraya da dönemiyorlar ve böyle bir çıkmazın içinde yaşıyorlar. Bunun dışında yine 1930’larda daha önceki ve sonraki yıllarda olduğu gibi Kırım’da ciddi bir Rus nüfus yerleştirme politikası söz konusu. Biz bunu rakamsal olarak duyuyoruz ama insanlar bunu günlük hayatta yaşıyorlar. Rusya İstatistik Kurumu’nun ve Kırım İstatistik Kurumu’nun kendi verileriyle ispatlanan istatistiklerde işgalden sonra Kırım’da ciddi bir nüfus artışı var. Oysa Kırım’ın ölüm oranları işgalden sonra artmış durumda. Ölüm oranı bu kadar artarken ve doğum oranı düşükken bu 200,000 nüfus nereden ortaya çıktı?
Tabiî ki bunlar dışarıdan Kırım’a getirilen Ruslardır. Ve bunların büyük bir çoğunluğu silahlı şahıslardır. Sadece güvenlik güçlerinde, poliste, istihbaratta çalışan silahlılardan bahsetmiyorum. Sıradan ancak silahlı insanlar var yerleştirilenlerin arasında. Bunlar Kırım için kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan, Kırım’daki yönetim için ölümüne savaşmaya hazır olan insanlardır. Ancak bu kişiler, Kırım’da yaşayan Kırım Tatarları için büyük bir tehdit unsurudur. Dolayısıyla Rusya’nın buradaki Kırım Tatarlarına yönelik bir politikasından değil, Kırım Tatarları’na yönelik bir sindirme, korkutma ve Kremlin’in belirdiği çerçeve içerisinde Rus vatandaşı oluşturma sürecinden bahsedebiliriz.
Gönül Şamilkızı kimdir?
1978 senesinde Azerbaycan’ın Kazah İlinde doğdu. 2000 senesinde Bakü Devlet Üniversitesi Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu. 1998-2010 yılları arasında Azerbaycan’da çeşitli medya kuruluşlarında muhabir, editör görevlerinde bulundu, analiz ve köşe yazarlığı yaptı. Çalışma alanı eski Sovyet coğrafyası olan Gönül Şamilkızı, 2010 yılından bu yana TRT’de görev yapıyor. Azerbaycan, Gürcistan ve Ukrayna’da yapılan seçimleri, Ukrayna’da Kasım 2013’ten itibaren başlayan krizi yerinde takip etti. Kiev’deki çatışmalara, Kırım’ın işgaline, Donetsk’te ayrılıkçıların işgal ve referandum girişimlerine tanıklık etti. Kırım’ın işgalinin ardından onlarca makaleye ve Büyük Savaşın Kurbanı: Kırım adlı kitapçığa imza attı.
Şamilkızı’nın Kırım Ateşi ve İstiklal hasreti adıyla yayınlanmış iki kitabı vardır.