Çöküşte Olan Küreselciliğin Korona Krizi: Ulus-Devletlerin Belirginleşen Sınırları
Doğacan Başaran
Çin’in Wuhan kentinde korona virüsüne ilişkin ilk vakanın görüldüğü 23 Aralık 2019 tarihinin üzerinden geçen yaklaşık üç aylık zaman diliminde, virüs hızla dünyaya yayılmış ve başta İtalya ile İran olmak üzere hemen hemen her ülke, bu insani trajediyle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Korona virüsüne karşı titizlikle mücadele eden ülkelerden biri olan Türkiye’de ise 11 Mart 2020 gününün ilk dakikalarında basın toplantısı düzenleyen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, ülkemizdeki ilk pozitif vakayı duyurmuştur. Böylece Ankara’daki devlet yetkililerinin virüsün Türkiye’ye gelmesini önlemek için aldığı tedbirlere ek olarak virüsün yayılmasını engellemeyi amaçlayan adımlar attığı da görülmüştür. Elbette bu durum, ülkemizin başlıca gündem maddesinin korona virüsü olmasına sebebiyet vermiştir. Virüsün bulaş yolları ve tedavi yöntemleri, tıbbi uzmanlık isteyen bir konu olması sebebiyle bu analizin ilgi alanına girmemektedir. Ancak korona virüsü, yalnızca insan sağlığını değil; devletlerin davranışlarını da etkileyen ciddi bir vaziyet yaratmıştır. Bu yüzden de konunun siyasi boyutunun analiz edilmesi gerekmektedir.
Korona virüsüne ilişkin Sağlık Bakanı Koca’nın sıklıkla kullandığı sorunun küresel; fakat mücadelenin ulusal olduğu ifadesi, devletlerin virüsle mücadele sürecine ilişkin tutumunu ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Zira son üç ay içerisinde devletlerin hızla virüsün görüldüğü diğer ülkelerle olan sınırlarını kapattığı ve vatandaşlarına yurtdışına çıkmamaları yönünde tavsiyelerde bulunduğu görülmüştür. Bu da virüse maruz kalan devletlerin küresel bir sorun karşısında, izolasyonist bir çözüm yöntemine başvurduğunu ortaya koymaktadır.
Devletlerin bu izolasyon yanlısı tutumunun temelinde ise küreselleşmeci anlayışın kriz karşısında somut bir çözüm üretememesi yer almaktadır. Zira gelinen noktada, küresel düzeyde iş yapan ilaç firmaları, ne hastalığın tedavisine yönelik bir ilaç bulabilmiş ne de bulaş durumunu önleyecek bir aşı icat edebilmiştir. Bu da zaten çöküşte olan küreselleşmeci yaklaşıma daha da şüpheyle bakılmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle de başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke, kendisini dünyadan soyutlamaya çalışmakta ve yurttaşlarının dış dünyayla temasını azaltarak sınırlarını belirginleştirmek istemektedir. Dolayısıyla süreç, küreselleşme karşısında, zaten hızla yükselişe geçen ulus-devletlerin sınırlarını daha da belirginleştirme yoluna gittiklerini göstermektedir.
Bilindiği gibi küreselleşme, Soğuk Savaş sonrasında hızla popülerleşmiş bir kavram olarak dünya üzerindeki karşılıklı bağımlılıklara atıfla, ekonomik anlamda serbest piyasacılığın ve kültürel anlamda ise Amerikan tipi yaşam biçiminin dünyaya hâkim olma sürecini ifade etmektedir. Bir başka deyişle küreselleşmecilik, Soğuk Savaş sonrasında Yeni Dünya Düzeni olarak da tanımlanan Amerikan düzeninin dünyaya pazarlanmasını; yani Amerikan hegemonyasına küresel meşruiyet üretilmesini içermektedir.
Bahse konu olan küreselleşme politikalarının pazarlanması sürecinde, serbest piyasacı anlayış tarafından sıklıkla dile getirilen iddia ise ulus-devletlerin sonunun geldiği olmuştur. Zira küreselciler, ulus-devletlerin küresel ekonomiye uyum sağlayamadığı iddiasını dillendirmektedir. Nitekim küreselciler tarafından dünya ekonomisindeki liberalleşmeye paralel olarak ulus-devletlerin öldüğü dile getirilmiş ve sınırların silikleştiğine vurgu yapılmıştır. Oysa ulus-devletlerin sonunun geldiği iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü küreselleşme karşısında her ulus-devlet aynı oranda zayıf düşmemekte; aksine çoğu Avrupalı ulus-devlet, küreselleşmenin nimetlerinden en çok faydalanan ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Aslında küreselci çevrelerden yöneltilen ulus-devlet eleştirisinin yapay bir eleştiri olduğunu söylemek de mümkündür. Bu eleştiri üzerinden, küresel kapitalizmin işleyişindeki merkez-çevre ikilemi gizlenmeye çalışılmaktadır. Bununla birlikte küreselleşmeci yaklaşımın son yıllarda irtifa kaybettiği de görülmektedir. Nitekim dünya genelinde milliyetçilikler yükselişe geçmekte ve hatta küreselleşmenin nimetlerinden en fazla faydalanan ülke olan ABD’nin lideri Donald Trump bile küreselleşme karşıtı bir ulusalcı olduğunu dile getirmektedir.
Kısacası ulus-devletler, yapılan tüm olumsuz propagandaya ve yapısına yönelik çeşitli saldırılara rağmen son yıllarda yükselişe geçmiş ve küreselleşmeci anlayışın eskisine nazaran güç kaybettiği görülmüştür. Gelinen noktada korona virüsünün yayılması gibi evrensel krizler karşısında, küreselleşme yanlılarınca somut bir çözüm üretilememekte ve devletler, korumacı politikalara yönelmektedir. Dolayısıyla korona krizi, ulus-devlet mantığına dönüşün işaretlerini güçlü bir şekilde vermektedir. Öte yandan zaman içerisinde ulus-devletlerin salgınla mücadelede yetersiz kaldığı yönünde eleştirilere maruz kalması da olasılık dahilindedir. Hatta ulus-devletlerin yetersiz kaldığı yönünde gelebilecek eleştiriler, küresel kapitalizme karşı evrensel düzeyde sol dayanışmayı esas alan mücadele biçimlerini de gündeme getirebilir. Benzer bir şekilde aşı ve ilacın bulunması, devletleri korumacı tedbirlerden de uzaklaştırabilir. Lakin ihtimalleri bir kenara bırakarak somut gerçekliğe bakmak gerekirse, korona virüsü vesilesiyle bir kez daha gün yüzüne çıkan manzara, devletlerin küreselleşmeci yaklaşım karşısında geleneksel ulus-devlet reflekslerine yönelmeyi benimsediklerine; yani korumacı politikaları bir reçete olarak kabul ettiklerine işaret etmektedir. Bu da ulus-devletlerin dışına itilmek istendikleri siyaset sahnesine sanılandan çok daha güçlü bir şekilde dönüş yaptığını göstermektedir.