03.06.2019 13:10 Prof. Dr. Vahdettin Engin A- A+

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NE DÜNÜ VE BUGÜNÜ ANLAMAK

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NE DÜNÜ VE BUGÜNÜ ANLAMAK

PROF. DR. VAHDETTİN ENGİN

 

Almanya milli birliğini sağladıktan sonra güçlü bir devlet olarak dünya siyaset sahnesinde yer almak ve bağlı biçimde sömürgelerden pay almak istiyor. Bunun doğal neticesinde tabiki bu büyük devletlerarasında bir hesaplaşmayı meydana getiriyor ki bu da 1. Dünya Savaşı’na giden yolun açılması demektir. Esas itibariyle Osmanlı Türkiyesi’nin bu ülkelerin arasında yer almaması gerekiyor. Fakat diğer taraftan hesaplaşma alanı olarak coğrafya Osmanlı’nın özellikle Orta Doğu coğrafyasının olması ki o dönemden itibaren zengin petrol yataklarının bugünün Irak-Suriye Bölgesi’nde olduğu bilindiğinden bu coğrafyayı ele geçirme çabasından kaynaklanan rekabet var. Meşhur Bağdat demiryolları bu anlamda bu rekabetin körüklenmesine yol açmış gelişmelerden biridir. Öyle olunca Osmanlı Türkiyesi bir şekilde işin içine dâhil olmak zorunda kalır. Ama şunu da biliyoruz ki 1914 Temmuz’u gibi 1. Dünya Savaşı çıktığında ve Almanya diğer muhatap ülkelerle savaşa giriştiğinde aslında Osmanlı Devleti, ki İttihat Terakki’nin iktidar olduğu bir dönemdir, Sadrazam Halit Paşa, Enver Paşa Harbiye Nazırı, Talat Paşa Dahiliye Nazırı, Cemal Paşa Bahriye Nazırı. İttihat Terakki Hükümeti aslında savaşa girmeye o kadar da taraftar değildir. Bununla beraber birkaç yıl önce Balkan Savaşı yaşanmış ve savaşın getirdiği travmalar, kayıplar ve büyük devletler arasındaki hesaplaşmanın kısmen Osmanlı coğrafyasında cereyan edecek olması Osmanlı Devleti’ni savaşın içine çekmeye başlıyor. İttihat ve Terakki Hükümeti, başlangıçta daha güçlü olarak gördükleri İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında yer almak ister ve bu konuda çeşitli temaslar da yapılır.Ama şunu biliyoruz ki bu ülkeler, savaş bitince Osmanlı Coğrafyasını dağıtmak ve o parçaları kendi aralarında paylaşmak istediklerindenson ana kadar bu ülkeler Osmanlı Devleti’ni kendi yanlarında görmek istememiştir.

İttihat Terakki İktidarı savaş dışında kalma ihtimali görmeyince bu defa Almanya ile yapılan bir ittifak anlaşması 2 Ağustos 1914’de Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini sağlayacaktır. Ama bu olurken İttihat Terakki Hükümeti’nin mümkün olduğu kadar geç bir tarihte savaşa girmek için çabaladığını görülmektedir. Bu çabaya karşın süreç o hale gelir ki 1914 yılı Kasım ayına gelindiğinde kaçınılmaz bir şekilde Osmanlı Devleti kendini savaşın içinde bulur. Meşhur Alman gemileri Goben ve Breslav’ın Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelmeleri ve Türkiye’nin bunları satın aldığını duyurması bir nevi savaşın gerekçesi olur. Bundan sonrası seferberlik ilanı ve Osmanlı Devleti’nin çok geniş bir cephede savaşmasıdır. Burada özellikle şunu söylemek lazım İtilaf Devletleri yani İngiltere, Fransa ve Rusya başlangıçta her ne kadar Osmanlı Türkiyesi’ni yanlarında görmek istemedilerse de netice itibariyle Almanya’nın yanında savaşa giren bir Osmanlı Türkiyesi’nden de rahatsız olmuşlardır. Dolayısıyla öncelikle Osmanlı Türkiyesi’ni devre dışı bırakmak gibi bir politika üretmeye başladılar. Nitekim Sarıkamış’ta Rusya’nın hemen harekete geçtiğini görüyoruz yani Kafkasya’dan hemen aşağı doğru inip İskenderun Körfezi’ne ulaşmak gibi bir hedefle işe başladılar. Burada her ne kadar Sarıkamış’ta Türk ordusu birçok şehit vermiş olsa da aslında Ruslarda da önemli kayıplar olmuş ve netice itibariyle Rusya, İskenderun Körfezi’ne inmeyi başaramamıştır. Bunu önemli olarak görmek lazım ve hemen akabinde tabi o dönemde bir Ermeni İsyanı ve dolayısıyla Türkiye’yi son derece zora düşüren bir süreç yaşanıyor. Paralel bir tarihte batıdan da Türkiye’yi sıkıştırmaya yönelik olarak Çanakkale Cephesi’nin açılır. Çanakkale Cephesinde müttefik devletler “Bir hafta içinde Çanakkale’den geçeriz ve İstanbul’da kahvaltımızı yaparız.” şeklinde bir düşünceye sahiptir.Bu sonuç, İstanbul’un işgal edilecek olması, Osmanlı Devleti’nin savaş dışı kalması demektir ki Boğazlar, İtilaf Devletleri’nin kontrolüne geçince Rusya’ya doğrudan destek imkanı olacaktır. Çünkü Rusya’da asker sayısı fazla ancak Rusya’nın yeterli ekonomik gücü, yeterli silahı yok. Boğazlar ele geçirildiği andan itibaren İtilaf Devletleri için Rusya’ya her türlü ikmal imkanı ortaya çıkmış dolayısıyla Almanya Avrupa Cephesinde iki taraflı olarak kıstırılmış olacaktır. Fakat müttefiklerin beklemediği bir şekilde Çanakkale Cephesi’nde Türkiye çok büyük bir zafer kazanır. Onlar açısından da çok ağır hatta utanç verici bir yenilgidir. Bunun esas önemi, çok üzerinde durulması gereken bir husus, 1. Dünya Savaşı’nı belki altı ayda bitirilmesi düşünülürken bir anda savaşın dört yıla kadar uzaması söz konusu olmuştur. Savaş dört yıl uzayınca tabii ki Osmanlı’nın bulunduğu cephe Almanya-Avusturya Cephesi netice itibariyle savaştan mağlup ayrıldı ve ciddi anlamda yıprandı ancak savaşı kazanan ülkelerde aslında son derece yıpranmıştır. Savaş süresince Çarlık Rusyası’nda ihtilalin meydana gelmesi, Çarlık Rejiminin değişmesi Türkiye’nin müthiş direnişinden kaynaklanan bir gelişmedir. Tüm bu gelişmelere karşın netice itibariyledaha çok maddi gücü, sömürgesi, cepheye asker gönderebilme imkânı olan İtilaf Devletleri savaştan galip çıkmıştır.

Savaş sonrası mağlup ülkelerle yapılan mütarekeler, barış anlaşmaları söz konusudur ki Türkiye açısından öncelikle Mondros Mütarekesi imzalandı. Mondros Mütarekesi’nde yaşanan bir takım gelişmeleri önemsemek lazım. Çünkü dört yıl savaştan sonra Osmanlı Devleti maddi ve manevi anlamda bir hayli yıpranmış ve Mondros’a gitmek için Türk Delegasyon Başkanı Rauf Orbay İngiliz gemisini kullanmak zorunda kalmıştır. Rauf Bey Mondros’a gittiğinde Limnİ Adası’nın Mondros Limanı ve Agememnon Zırhlısı’nda bu mütareke imzalanır. Orada İngilizlerin Çanakkale’nin rövanşını alma çabası vardır. Çünkü Agememnon Zırhlısı, Çanakkale’de 18 Mart Deniz Savaşı’nda yenilen İngiliz donanmasının unsurlarından biridir. Mondros Ateşkes Antlaşması çok ağır şartları içerir. Rauf Bey’e bir nevi dikta ettirilecek şekilde bu anlaşma hükümleri önüne konulduğu zaman, Rauf Bey bu kadar ağır hükümlerin olması gerekmediğini ifade etmeye çalışıyor fakat Amiral Caltrop“siz bizim canımıza okudunuz dört yıl boyunca dolayısıyla artık bunlara katlanmak zorundasınız” şeklinde bir gerekçe ortaya koyuyor. 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan her ülke aşağı yukarı kendilerine dayatılan barış anlaşmasını kabul etmek zorunda kalmıştır. Sadece Türkiye kendisine dayatılan Sevr Anlaşması’nı kabul etmemiştir. Çünkü dört bir yandan işgal edilmiş olmasına rağmen, Türk milli direnci, tarihsel olarak zaten hiçbir zaman sömürge olmama her zaman bağımsızlığına ve hürriyetine sahip çıkmış bir millet olarak Türk milleti kendine dayatılan Sevr Anlaşması’nı kabul etmemiştir. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Sevr’i kabul etmeyen Türk milleti milli mücadelesini yaparak en azından bugünkü Türkiye sınırlarına sahip olacak şekilde bir savaş yapmıştır ki bu savaş İtilaf Devletleri’nin hepsine karşı yapılmıştır.

Savaşın genel gidişatı çerçevesinde Osmanlı coğrafyası dağıldı.  Osmanlı’nın özellikle bugün Orta Doğu adını verdiğimiz topraklarında birçok bölge Osmanlı’dan ayrılmış oldu. Bu ayrılma aşamasında bugünkü Suudi Arabistan, Filistin bölgesi, Suriye bölgesi, Irak bölgesi gibi bölgeler Osmanlı’nın elinden çıkmıştır. Bu coğrafyalar sınırları masa başında İngilizler tarafından cetvelle çizilmiş sınırlardır dolayısıyla bunlar son derece suni sınırlardır. Dizayn edilen bölgedeki hesaplaşmasının sona erdiğini söylenemez. Bugün yaşanan gelişmelerde aslında bunun bir sonucudur. Yani 1. Dünya Savaşı bitmiştir 1918’de ama bittikten sonra İngilizlerin oraya getirdiği sistem aslında meseleyi çözmek değil meseleyi problem haline getirmek gibi bir sonuç ortaya koymuştur. O yüzden de her ne kadar 1. Dünya Savaşı’ndan yüzyıl geçse bile bugün Orta Doğu’da yaşanan olumsuzlukların sebebi İngilizlerin oraya bir sistem getirememelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Osmanlı’nın idare ettiği dönemlerde Orta Doğu coğrafyası için devletin bir prensibi, politikası ve ağırlıklı olarak da bir adalet anlayışı var. O adalet anlayışı çerçevesinde bölgedeki insanları bir idare etme tarzı vardır. Bu politika daha ziyade o topluluklara siz dini ve etnik açıdan farklı yapılarda olabilirsiniz ama siz burada barış ve huzur içinde yaşamak durumundasınız denir ve gerçekten bu sağlanırdı. Osmanlı Orta Doğu’dan 1918 itibariyle ayrılmış oldu ve Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu İngiltere doldurdu. İngiliz politikası aslında Osmanlı’nın tam tersi bir önerme oluyordu ve İngilizler bölgeye hâkim olduğundan itibaren dediler ki siz etnik olarak farklısınız, dini olarak farklısınız, mezhep olarak farklısınız kavga edin. Böyle olunca İngilizlerin yaratmaya çalıştığı ortam bugün hala devam ediyor.

Tarihi meselelere baktığımızda aslında meseleleri bütün olarak görebilmek önemlidir. Genelde Türk tarihi değerlendirilirken 16 Türk devleti kurulduğu ve tarih boyunca 16 Türk devletinin olduğu şeklinde yaygın bir kanaat var. Şimdi bu bir açıdan baktığınızda aslında kulağa hoş gelen bir kavram oluyor, tarih boyunca 16 Türk devleti kurmuş bir millet Türk milleti. Ama aslında farklı bir boyuttan baktığınızda o kadar da cazip bir şey olmadığını anlayabiliriz. Bir kere 16 sayı olarak tam gerçek mi değil mi tabii bunu tartışmak lazım. Diğer taraftan da 16 devlet bile olsa, eğer 16 devlet kurduysanız 16 devlet de yıktınız demektir ki bu yönüyle de çok cazip olmayabilir. Şu bir gerçek; Türk milleti tarih sahnesinde her zaman olmuştur. Günümüzden 5000 yıl veya 7000 yıl geriye gidelim her zaman Türk milleti, millet olmanın bilincinde olarak tarih sahnesinde olmuştur. Ama netice itibariyle değişik coğrafyalarda değişik dönemlerde kurulan Türk devletleri var. Biz, Anadolu merkezli Türk devleti açısından baktığımızda, Türkiye Cumhuriyetinin temelleri buraya dayandığı için, şöyle bir tarihsel tez ortaya koymamız gerekiyor. Malazgirt Savaşı Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri açısından bir başlangıçtır ancak şunu da ifade etmek gerekir; Malazgirt’ten önce Türkler Anadolu’ya hiç gelmediler diye bir iddiada bulunmak söz konusu değil. Malazgirt’ten önce de Türkler Anadolu’ya gelmişlerdi. Hatta kısmi yerleşmelerde yapmışlardı. Malazgirt savaşı kazanıldıktan sonra Anadolu’ya kitlesel göçler oluyor ve bunun sonucunda burada Türk nüfusunun giderek artması ve burada siyasi bir devletin teşekkül etmesi süreçlerini tetikliyor. Öyle ki 1071 Malazgirt’ten çok kısa bir zaman sonra 1075 tarihinde İznik ili de ele geçiriliyor ve böylece buradan bir Türk devletinin temeli atılmış oluyor. Bunun banisi veya kurucusu olarak Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın önemini vurgulamak lazım çünkü Anadolu merkezli Türk devletinin kurucusu ve bugün de aslında Türkiye Cumhuriyeti olarak devam eden devletin ilk kurucusu olarak mutlaka Kutalmışoğlu Süleyman Şah bizim nezdimizde çok önemli bir değer taşır. Sonrasında yani 11. yüzyılın sonlarında aşağı yukarı kurulmuş olan bu devlet 21. yüzyılda da halen varlığını devam ettiriyor. Yani bin yıldır bu coğrafyada bir Türk devleti var. Zaten Türkiye Selçukluları deniyor, Anadolu Selçukluları deniyor vs. Değişik isimlerle adlandırılsa da burada kurulan devlet esas olarak Batılılar tarafından 11. yüzyıldan itibaren Türkiye olarak adlandırılmıştır. Türkiye; yani Türkleri yaşadığı vatan. Böyle olunca aslında Türkiye kuruldu.  Sonrası gelişmeler bu devletin ve bu devletin unsuru olan Türklerin yapmış oldukları tarihsel olaylardan kaynaklanır. Bu devlet tabii ki zaman zaman bir süper güç konumuna gelmiştir; zaman zaman zafiyetler içine düşmüştür ama her zaman hatırı sayılır bir ülke olarak bu coğrafyada yer almıştır. Tabii geçiş dönemleri var, mesela Selçuklu Hanedanına mensup sultanlar tarafından idare edilen ülke bir süre sonra bir zafiyet içine giriyor. Bu zafiyet neticesinde sıkıntılar yaşanmaya başlıyor. Ama netice itibariyle hem devlet kurma geleneği son derece fazla olan veya sıkıntılı dönemlerde her zaman için ortaya çıkıp idareyi ele alabilecek yetenekli insanlar çıkarmayı başarabilen bir millet olduğu için, Selçuklu Hanedanının zayıfladığı ortamda Osman Bey ve onun hanedanı ortaya çıkıyor. Ve Türk devletinin idaresi bu defa Osmanlı Hanedanlığı tarafından yerine getirilmeye devam ediyor. Peki, bu anlamda ne oldu? Özü itibarıyla devleti idare eden hanedan değişti ve dolayısıyla Türk Devleti’nin Osmanlı dönemi başlamış oldu. Meselelere bu şekilde baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz bu tarihsel devamlılık çok önemli bir husustur. Aksi halde Anadolu Selçuklu yıkıldı Osmanlı Devleti kuruldu, Osmanlı Devleti yıkıldı Türkiye kuruldu dediğimiz zaman yine o hata yani Türkler sık sık devlet kurmuş olsalar da sık sık da devlet yıkıyorlar şeklinde aslında çok da doğru olmayan kavramı kabul etmiş oluyoruz. Yaşanan şey, Osmanlı büyük bir imparatorluk haline de dönüştü, büyük bir süper güç de oldu. Yaklaşık 630 senelik bir Osmanlı dönemi var Türk devletinin bunun 300 yılı bir süper güç olarak geçmiştir ki çok önemlidir. Bir dönem ki bütün dünyanın gözünün Topkapı sarayında olduğu ve buradan çıkacak kararların ne şekilde olduğunu merak ettiklerini, çıkacak kararların kendi ülkelerini de ilgilendirdiği için gerektiği zaman lobiler yaparak kendi ülkeleri lehine yönelik bir takım kararlar çıkması için çaba gösterildiğini bir dönem. Özellikle de Avrupa devletleri bu konumda çünkü burada bir süper güç var ve yapmış oldukları icraat ve faaliyetlerde diğer bütün devletleri etkiliyor. Bu durum önemli; Türk milleti potansiyeli olan bir millet, Türk milleti bunu yapabiliyor.

Sonrasında 19. yüzyıla geldiğimizde eski gücünde olmayan ama gene önemli bir potansiyele sahip Türkiye varlığını bu coğrafyada devam ettirmiştir. Dönem itibariyle Avrupa ülkeleri artık daha güçlü hale geldikleri için ortaya şark meselesi diye bir mesele atıyorlar ve bu çerçevede Türkleri önce Orta Avrupa’dan sonra Balkanlardan sonrada mümkünse Anadolu’dan atmak gibi bir süreç başlatmaya çalışıyorlar. Ama, netice itibariyle 1000 yıldır bu coğrafyada mevcut olan Türkler bu karara direndiler. Ve Türkiye’nin Osmanlı dönemi sona ererken cumhuriyet dönemi başlamış oldu. Burada da doğrudan bir geçişgenlik var, özellikle 1911 yılında başlayan Trablusgarp savaşı sonrası Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı derken Osmanlı Devleti ciddi bir zafiyet içerisine giriyor. Bir taraftan da Anadolu işgal ediliyor, fakat Türk milleti bu işgallere razı olmadığı için tekrar direniyor ve neticede işgalci güçleri kendi coğrafyasından kovduktan sonra bu defada yine varlığını kurtarabilmiş olduğu bu coğrafyada devam ettiriyor. Bunu Mustafa Kemal Paşa Misak-i Milli olarak belirlemiştir milli mücadeleyi yaparken. Geleceğe yönelik olarak bir hedefler manzumesi ortaya koyuyor ve buna da misak-i milli adı veriliyor.

Nitekim milli mücadele sonrasında aşağı yukarı bu Misak-i Milliyi sağladıktan sonra; tabii bir takım eksikleri olmasına rağmen; bu mücadeleyi kim yaptı? Mevcut olan Türk devleti yaptı. Fakat diğer taraftan da bir yıpranmışlık var, Osmanlı idaresinin Osmanlı Hanedanlığının bir yıpranmışlığı var. Ayrıca dünyadaki konjonktürde artık hanedanların yıkıldığı, imparatorlukların yıkıldığı ve milli devletlerin daha ön plana çıktığı bir dönem. Dolayısıyla aynı şeyi Türkiye’de yaşadı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan aslında mevcut olan Türk devletinin saltanat rejiminden vazgeçip, cumhuriyet rejimini tercih etmesidir. Bütün olan bitende aslında bununla sınırlıdır. Onun dışında başta bayrak olmak üzere Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine maddi ve manevi anlamda birçok değer zaten intikal etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu değerleri olduğu gibi kabul etmiştir. Bugün varlığından övündüğümüz Türk bayrağı, kırmızı beyaz, ay yıldızlı bayrağımızın banisi yani ilk belirleyen, bayrağın şekliyle rengiyle kırmızı beyaz olacağını belirleyen Sultan 3. Selim’dir. Sene 1793 ve o tarihten bu yana Türkiye aynı bayrağı kullanıyoruz. Cumhuriyet kurulurken yeni rejim “Bu bayrak Osmanlı bayrağıdır.” şeklinde bir kompleks içine kapılmıyor ve aynı bayrağı kullanmaya devam ediyor. Çünkü o bayrak saltanatı sembolize etmez, bayrak Türk devletini sembolize eder. Öyle olduğu içinde aynı bayrağı kullanmaya devam ediyorlar. Bunun gibi çok sayıda müessese, eğitim kurumu, maddi ve manevi anlamda birçok değer Osmanlıdan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir dolayısıyla Osmanlı Devleti yıkıldı Türkiye Cumhuriyeti kuruldu şeklinde bir ifadeyi, devletin yıkılması anlamında değil de, rejimin değişmesi anlamında değerlendirmek lazım. Nitekim 28 Ekim 1923 akşamı Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarını yanına topladığında çok çarpıcı bir mesaj vermiştir: “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz.” Yani yarın yeni bir devlet kuruyoruz demiyor. Mevcut devlet orada zaten dolayısıyla bu devletin rejimi değişecektir. Saltanat rejimi zaten bir sene önce kaldırılmıştır. Dolayısıyla bu Türk devleti kendine yeni rejim olarak cumhuriyeti belirlemiştir ve bu şekilde devam etmektedir.

Bu anlamda bin yıldır bu coğrafyada mevcut olan ve gene inşallah binlerce yıl devam edecek olan bir Türk devletinin varlığından söz edebiliriz. Aksi halde, bir devleti kurup sonra onu yıkmak, sonra başka bir devlet kurup onu da başaramayıp onu da yıkmak çok övünülecek bir durum olmasa gerek. Zaten tarihi realitede budur. Kalıcı olarak devam eden bir Türk devleti ya hanedan değişikliği yaptı ya da rejim değişikliği yapmıştır. Konuya ilişkin çok enteresan bir bilgi vardır ki bu anlamda onu da söylemek lazım;  1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılır ve dönemin sadrazamı Tevfik Paşa bir anda açıkta kalınca Ankara’daki hükümet Tevfik Paşa’ya emekli maaşı bağlar. Yani İstanbul hükümetinin son başbakanı diyebileceğimiz son sadrazamı Tevfik Paşa’ya, Ankara hükümeti emekli maaşı bağlıyor. Bu durum geçmişten geleceğe Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte devamlılığın olduğu gibi devam ettiğini göstergesidir.